26 Aralık 2013 Perşembe

The Thin Red Line (1998) - Savaşın Doğası ve Tanrı'nın Farklı Yüzleri

Doğa, kendi içinde sürekli savaşım halindedir. İnsanın bunu durdurmasına imkan yoktur. Bu doğal bir döngüdür ve hayatın devamlılığı için önemli bir kanundur. Çünkü yaşam dünyanın şartlarına göre doğadan gelişmiştir. İnsanların yaptığı katliamlarla, doğanın doğal savaşı aynı kefeye konamaz.  Eğer doğadan ve hayvanlardan üstün görüyorsa kendini, doğayla barışıp en azından kendi arasındaki savaşı durdurabilmelidir insanoğlu. Aksi takdirde çevreye verdiği zararların uzun soluklu geri dönüşü felaketlere sebep olacaktır.


Terrence Malick'in başyapıtı olan İnce Kırmızı Hat, doğa, savaş, aşk gibi genel konuları, insanın dünya üzerindeki yerini ve insanın bütün bunlar arasında en değersiz varlık olduğunu başarılı bir şekilde işleyen bir yapım. İnsanın doğa ile ilişkisi filmin temel konularından biri. Yönetmenin ilk filmi Badlands'de de benzer bir tema vardır. Sistemden ve toplumdan kaçıp doğada kendi benlikleriyle yaşamaya çalışan iki genç insanın, yine sistem tarafından yakalanıp eski hayatlarına mahkum bırakılmaları anlatılıyordur. Malick'in başyapıtı öncesi verdiği 20 yıllık ara, filmlerinde anlatmak istediklerinin aynı zamanda kendi düşünceleri de olduğunu gösteriyor olabilir. Yine bu filmde de Er Witt karakteriyle bu fikirlerini ortaya koymaya devam ediyor. Ana karakterlerimizden biri olan Witt bir asker kaçağı. Film Witt ve arkadaşının cennet benzeri bir sahilde yaşadıkları güzel anılarla başlıyor. Daha sonra Çavuş Welsh ile Witt arasında filmin ana eksenlerinden birini oluşturan çatışmayı gösteren bir konuşma gerçekleşiyor. Aralarında ince bir çizgi var; gerçekçi ve görevine sadık Welsh ile iç sesinde sürekli varoluşçu sorular soran hayalperest Witt arasındaki konuşmanın kısa bir bölümü:

Welsh: Bu dünyada bir adam, tek başına, bir hiçtir. Ve bundan başka dünya da yok.
Witt: Yanlışın var. Ben başka bir dünya gördüm. Bazen sanırım sadece benim... hayal gücümdü.
Welsh: Göremeyeceğim şeyler görmüşsün.


Daha çatışmalar başlamadan, düşmanın yüzü bile görülmeden, adaya yaklaşan askerlerin hissettiği korkuyu görüyoruz. Sonrasında ise adaya ayak basan askerlerin hem Japonlarla hem de doğayla savaşı başlıyor. Filmin zirveye ulaştığı nokta ise önemli bir tepenin alınması için emir veren Yarbay Tall ile Yüzbaşı Staros arasındaki telsiz konuşması. Askerlerini kaybetmek istemeyen yüzbaşı, yarbayın verdiği emri reddediyor ve üstüne karşı geliyor. Vicdan ile onur arasındaki ince kırmızı çizgiyi ve karakterler arasındaki çatışmayı anlatan bu muhteşem sahnede özellikle Nick Nolte'un oyunculuğu dikkat çekiyor.


Japonlarla göğüs göğüse çarpışılan ve kazanan belli olduktan sonra askerlerin karşılıklı çıldırdığı bir sahnede, yönetmen dış dünya sesini kısmayı ve film boyunca sık sık kullandığı karakter iç sesi yardımıyla şunları sorgulamayı tercih ediyor:

"Bu büyük şeytan. nereden geliyor? Nasıl dünyaya süzülüyor? Hangi tohumdan hangi kökten büyüyor? Kim yapıyor bunu? Kim öldürüyor bizi? Hayatı ve ışığı bizden çalıyor. Bilmeyeceğimiz bir yerden bizimle alay ediyor. Mahvolmamız dünyanın iyiliğine mi? Çimlerin büyümesine, güneşin parlamasına yardımcı mı? Bu karanlık senin de içinde mi? Bu geceden geçti mi?"

Savaş ile arasında ince kırmızı çizgi bulunan olgu ise aşk. Yönetmen, aşkı, film boyunca aralara serpiştirdiği geri dönüşlerle, Er Bell ve eşinin beraber geçirdikleri güzel anılarla anlatmaya çalışıyor:

"Aşk. Nereden geliyor? İçimizdeki bu alevi kim yakıyor? O'nu hiçbir savaş dışarı çıkaramıyor, fethedemiyor. Mahkumdum. Sen özgür bıraktın."


Ölüm ile yaşam arasındaki ince kırmızı çizgiyi, şans eseri ölen veya şans eseri yaşamına devam eden askerler vasıtasıyla film boyunca görüyoruz. Filmin sonlarına doğru ise yeni gömülenlerin yanlarından geçen askerlerin bakışları çoğu şeyi özetliyor. Yine cevapsız sorular:

"Devam et! Hadi, hadi. Kimin yaşayacağına kim karar veriyor? Kimin öleceğine kim karar veriyor? Hepsi boşuna! Bakın bana! Tam burada ayağa kalktım ve tek mermi yok. Bir atış yok. Niye? Neden hepsi ölmek zorundaydı? Burada dikilirim, tam burada ve bana hiçbir şey olmaz."


Filmin başında yerlilerle iyi anlaşan Witt'in, filmin sonunda istemeden geçirdiği değişim sonucu yerlilere yaklaşamaması; savaşın sonsuz yıkıcılığı... Bir hiç uğruna, sevdiği kadından olan Bell'in gözyaşları...

Yönetmen Malick'in Tanrı ile yaşadığı iç hesaplaşmasının eskiye dayandığını görüyoruz. The Tree of Life'de tavana çıkan sorular ve sorgulamalar bu filmde de önemli bir yer kaplıyor. Bu birbirinden tamamen zıt olguların ve çelişkilerin nedenini Tanrı'da buluyor Malick. Savaş da içimizde aşk da. Ve bu çelişkilerin toplamı ve hepimizin bileşkesi ise Tanrı. Bir nevi vahdet-i vücud. Witt'in iç sesinden duyduğumuz şu cümle, yönetmenin o zaman için vardığı sonuç:

"Belki de tüm insanların bir tek ruhu var, paylaştığı. Aynı adamın bütün yüzleri. Bir büyük kişilik." (10/10)

4 Aralık 2013 Çarşamba

Apocalypse Now (1979) - İçimizdeki Dehşet ve Ortaya Çıkışı

Yolculuk temasına, karakterin yolculuğun sonunda kendini keşfetmesine, aradığı şeyin aslında kendisi olduğunu fark etmesine doğu klasik edebiyatından alışığız. "Mantıku't-Tayr" ve "Hüsn ü Aşk" bu konuda ilk akla gelen önemli eserler. Her ne kadar yönetmen Francis Ford Coppola'nın, doğu, doğa ve mistisizm gibi kavramlarla pek alakası olmasa da, filmin uyarlandığı Heart of Darkness romanının göz önünde bulundurulmasını, bu sebepten de filme antimilitarist yönünden çok tasavvufi bir yolculuk olarak bakılması gerektiğini düşünüyorum.

The Doors'un saykodelik şarkısı The End eşliğinde, Yüzbaşı Willard bir otel odasında dinlenirken başlar film. Tavandaki pervanenin dönüşü ile helikopter pervanesinin dönüşü birbirine karışır ve film daha başlangıcında, bizi neyin beklediğini anlatma hevesindedir.


Ana karakterimiz Willard 1 haftadır dinlenmektedir. Karısından boşanmıştır. Savaşa ve savaşmaya o kadar alışmıştır ki ormanı (Vietnam) özlediğini söyler. Savaşın insan psikolojisinde açtığı derin yarayı gösteren bir sahnenin ardından Willard 2 asker eşliğinde otelden ayrılır. Gittiği yerde Willard'a gizli bir görev verilir. Yüzbaşının görevi, askerlikte giderek yükselen fakat savaş ilerledikçe kendi kurallarıyla oynadığı için komutanlarını memnun etmeyen ve insanlıktan çıkarak Kamboçya'da kendi kolonisini kurup savaşan iki tarafa da korku saçan Albay Kurtz'ü bulup, öldürmektir. Ona görevi anlatan komutanlarının yüz ifadelerinden görevin zorluğunu ve Willard'ı nasıl bir adamın beklediğini anlarız.

Nehirdeki bu yolculuk sırasında aradığı kişiyi, askeri belgelerden, fotoğraflarından ve oğluna yazdığı mektuptan tanımaya çalışır. Başlarda kafasındaki "ne gördü de acaba bu hale geldi?" düşüncesi, kendisinin de yolda karşılaştığı olaylar neticesinde değişir. Onu daha çok anladıkça ona hayranlık duyar. Kurtz kolay bir şekilde general olacağını bile bile bundan vazgeçmiştir ve kendi özgürlüğü için Yeşil Bereliler'e katılmıştır. Willard'ın hisleri, görevi alırken şaşkınlık ve korku iken yolun sonuna doğru bu hisler yerini meraka ve arzuya bırakır.


Saldırı ortasında sörf yapmak isteyen ve sabahları napalm kokusuyla uyanmaktan hoşlanan albay, delilik sınırındaki komutansız askeri grup, yaralı taşıyan helikoptere bomba atan Vietnamlı genç kız... Ve yaptıkları saçma hareketlerle ve nerede olduklarının farkında olmayışları ile ortalama Amerikan gençliğini, Amerikalıların dünyayla ne kadar alakasız yaşadığını tasvir eden genç askerler...
 
Kurtz'ün kolonisine girdikleri sahne, yerlilerin yavaş yavaş yolu açmaları... Sinema tarihinin unutulmazları arasına girmeyi hak eden, büyüleyici bir sahne. Amerikalı fotoğrafçı, Kurtz'den adeta bir peygamber bir derviş gibi bahseder. Kabiledeki diğer insanların yüzlerinden, ona Tanrı'ya tapar gibi taptıklarını anlarız. Willard sonunda ulaşır Kurtz'e. Kurtz onu karanlık bir ortamda, mistik bir şekilde karşılar. Özgürlükten bahseder, başkalarının yargılarından arınmış özgürlükten. Ben burada özgürüm, sen ise hala birilerinden emir alıyorsun demeye getirir. Albayların, generallerin koyduğu ahlaki kuralları reddettiğini söyler. İlginçtir ki savaşın kendisi ahlaksız bir olgu olduğu halde, insanlar savaşı bile kurallarına göre oynayıp, ahlaklı hale getirmeye çalışmışlardır.


Willard dönüşümünü tamamlar. Aslında bu bir dönüşüm değildir. Her insanın içinde bulunan kötülüğün ortaya çıkmasıdır. Aslında doğanın bir parçasıdır bu kötülük. Kurtz'ün kolonisindeki yerlilerin de pagan kültürüyle yaşadıklarını görürüz zaten.

Kurtz'ün gerçekleri görüp, yöntemini değiştirmesine gelirsek; (yine yaşadıkları çevre ve alışkanlıkları sebebiyle) Vietnamlıların savaşa daha dayanıklı olduklarını farkeder. Psikolojik olarak Amerikalılardan daha güçlüdürler. Çünkü içgüdüleriyle hareket etmeye alışkındırlar ve hiçbir duygu değişimi göstermeden, hiçbir yargılama yöntemine gitmeden kolayca adam öldürebilirler.

Willard, albaydan çok da farklı olmadığının ayırdındadır. İkisinin de tecrübe ettikleri savaşın gerçek yüzü onları aynı noktaya getirmiştir. Yine de görev bilinciyle albayı öldürür ve kısa bir süreliğine albayın yerine geçer. Kabile çoktandır yeni bir lidere ihtiyaç duyuyordur zaten. Kabilenin dışında ormanın da Kurtz'ün ölümünü istediğini Willard'ın ağzından öğreniriz. Sonuç olarak savaşın kazananı yoktur, amaçsız yere ölen insanlar, geri döndürülemez bir şekilde bozulan psikolojiler ve doğanın her şeye rağmen kendi döngüsüne devam ettiği gerçeği vardır.

"It's impossible for words to describe what is necessary to those who do not know what horror means." (9/10)

                           
                                                 "The horror... The horror..."

21 Ekim 2013 Pazartesi

Only Lovers Left Alive (2013) - Sıkıcı ve Vasat Zombiler

Jim Jarmusch genel olarak filmlerinde olaylardan çok durumları anlatır. Hayatın sıkıcılığına vurgu yapmak için belki de filmlerinde bu tarz bir tutum alır çoğunlukla. Ve filmin içine sokmaya çalışır sizi. Filmi kabullenip, kendinizi herhangir bir karakterin yerine koyamazsanız eğer film, sıkıcı, amaçsız ve boş bir film olarak kalır aklınızda. Halbuki filmlerin konuları evrensel ve gayet de gerçektir. Karakterler diğer filmlere göre daha dünyadandır.

4 yıl aradan sonra çektiği yeni filminde de yönetmen üslubundan ödün vermiyor. Bu kez ana karakterlerimiz biraz fantastik: Bu aralar çok moda olan -ki bu aynı zamanda bir Holywood eleştirisi- vampirler. Fakat bir fark var: İnsanların kanını emmek yerine laboratuvarlardan para karşılığında, gizlice, şişe şişe aldıkları kan ile idare ediyorlar. Mecazi anlamda insanların kanını emen ise "zombiler". Yani yaşayan ölüler olarak tanımlayabileceğimiz sıradan insanlar.


Birbirlerine deli gibi aşık olan bu iki karakterimizin bir diğer ilginç özelliği de asırlardır yaşıyor oluşları: Adam ve Eva. Adam, hayatta müzikten başka bir şeyden zevk almayan, modern hayatın ve kendi tabiriyle "zombiler"in karamsarlaştırdığı bir adam. Eva ise kocasının tersine hayattan zevk almayı bilen, dansa meraklı, farklı kültürler tanımak için sürekli seyahat eden bir kadın. Tıpkı Yin ile Yang (filmin başında kameranın plak ile beraber 360° dönerek karakterlere yaklaştığı bölümü hatırlayın) gibi birbirlerinin zıttı ama birbirlerinden ayrı asla düşünülemeyecek iki vampir. 2013'e geldiğimizde Adam Detroit'te, Eva ise Fas'ın Tanca şehrinde yaşıyor. Uzun zamandır görüşmemiş olmalarından kaynaklanan özlem onları Detroit şehrinde buluşturuyor ve aralarında geçmişi yad ettikleri uzun bir sohbet başlıyor.


Yönetmenin yaptığı göndermeler saymakla bitmez: Dr. Faust, Dr. Watson, Dr. Caligari, Dr. Strangelove, Darwin, Adam'ı bunalıma sürükleyen fransızlar (sanırım Sartre ve Camus), Eva'nın yolculuktan önce bavuluna koyduğu kitaplar (Cervantes, Elif Şafak). Bunlar hatırladıklarım ve internetten araştırdıklarım. Bunlarla birlikte geri kalanları ve Marlowe karakteri, ayrı bir yazıda tek tek incelenmeli.

Yine Adam'ın deyişiyle "zombilerin merkezi" Los Angeles, yani Holywood; Leox Carax'ın son filmi Holy Motors'u akıllara getirebilir. Carax'ın zeki bir şekilde yaptığı Holywood eleştirisini küçük bir şakayla geçiştirmiş sadece Jarmusch, olayı Carax kadar ciddiye alıp üstüne çok gitmemiş.

Filmin beğenmediğim tarafları da var. Bunlardan biri Ava karakteri. Filme birden giriyor ve filmi bir yere götürmeden çıkıyor. Sanki sadece Adam ve Eva'nın, beraber Tanca'ya gitmeleri için bahane olsun diye filme konulmuş. Eva'nın kardeşi olmasına da mitolojiyle bir bağlantı kurup yorum yapabilen var mı merak ediyorum. Malumunuz kutsal kitaplara göre Eva'nın bir kardeşi yok. Karakterinin filmde amaçsız oluşu, Mia Wasikowska'nın son zamanlardaki yükselişini olumsuz etkilemediği de bir gerçek.
   
Beğenmediğim bir diğer nokta ise diyaloglar. Diyaloglar eski Jarmusch filmleri kadar iyi değildi bence. Sanat tarihine yapılan referanslar güzel olsa da ardından yapılan zorlama espriler kötüydü. Salonda zaten az kişi güldü bu esprilere; onlar da ben bu göndermeyi anladım mantığıyla yaklaşıp kendilerini göstermek istediler herhalde. Bazılarının filme sadece gülmek için geldiğini düşündüm hatta.


Belki de yönetmen, kendisinin de bir vampir olarak beslendiği sanatsal referanslarla bizim de kanımızı emiyor ve sıkıcı insanlardan (filmdeki tabirle zombiler) olmamamıza yardımcı oluyor. Çıkış fikriyle, oyunculuklarıyla, müzikleriyle, enfes görüntüleriyle; her yönüyle karizma, Jim Jarmusch filmografisine yakışır bir film. Bir Stranger Than Paradise olmasa da, her ne kadar salonun çoğunluğu beğenmeyip burun kıvırsa da, bir 10 yıl sonra değerinin daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum. (8/10)

 

11 Temmuz 2013 Perşembe

Seven Psychopaths (2012) - Şiddet ve Barış

John Lennon, Gandi ikilisini mi tercih edersiniz, yoksa Hitler, Stalin ikilisini mi? Aramızdaki Neo-Nazi arkadaşlar ve Sovyet hayranları dışında çoğumuzun tercihi bellidir aslında. Tarihin adeta birer canavardan bahseder gibi yazdığı insanlara sempati duymayız. Neden ve kimler tarafından bu insanların şiddet sembolüne dönüştüğü de ayrı bir tartışma konusu. Fakat hepimizin içinde bir "şiddet vs barış" veya "nefret vs sevgi" savaşı vardır. İnsan çelişkileriyle güzeldir ve bu özelliği ile hayvandan ayrılır.

Bu film de çelişkileriyle güzel. Filmde bir yanda Holywood klişesi olarak dalga geçilen şiddet sahneleri işlenirken, diğer yanda klasik müzik eşliğinde eşsiz doğa sahneleri var. Bir tarafta silahlar diğer tarafta tatlı birer köpek ve tavşan var.


Filmin ilk yarısı bol kan ve aksiyonla geçerken, ikinci yarısında tansiyon düşüyor ve karakterlerle birlikte düşünmeye, olayları sorgulamaya başlıyoruz. Bu kısım bana "Beat Kuşağı" edebiyatını hatırlattı. Çölde, kayalıklar ve tropikal ağaçlardan başka hiçbir şeyin olmadığı geniş boşluklarda, karakterler uzun uzun konuşarak kendi iç hesaplaşmalarını tamamlıyorlar. Başlarda karakterler arasında iyi bir anlaşma söz konusu iken, daha sonra çatışmalar ve ayrılmalar başlıyor. Vietnamlı Budist kendi aydınlanmasını ve arınmasını yaşayıp huzurlu(!) bir şekilde öldüğü halde, diğer karakterlerin sonu istemeden de olsa şiddetle bitiyor.


Filmin en sevdiğim kısmı "Suç ve Ceza" kitabına yapılan referanslardı. 2. psikopatın kızını öldüren katil, Raskolnikov'a bilinçli bir şekilde benzetilmeye çalışılmış sanki. Cinayeti baltayla işlemesi, cinayetten sonra dayanamayıp polise teslim olması, hapishanede İncil'i okuması...

İlk filmiyle herkesi şaşırtmış bir yönetmen Martin McDonagh. Nasıl tanımlayabilirim In Bruges filmini bilmiyorum. Mizah yeteneği de olan fakat bunu kısıtlı kullanan, melodram yüklü bir film diyebilirim. Çok özel bir sahnesi vardı. Silahların bu kadar güzel kullanıldığı bir sahne hatırlamıyorum. Yönetmenin zekasına ve yaratıcılığına hayran kalmamak elde değil. Bu filmin ardından eleştirmenler ve sinemaseverler tarafından çok büyük beklentiler oluştu yönetmene karşı. İstemeden ilk filmiyle kıyaslıyorum Seven Psycopaths'ı ve beklentilerimi çok da karşılayamadığını görüyorum. Genel olarak orijinal bir fikir gibi görünse de filme ayrıntılarıyla baktığımızda filmin çok da dolu olmadığını düşünüyorum. Başta çelişkileriyle güzel demiştim ama, film ikiye bölündüğü için bütünlük sağlanamıyor ve başarısız bir denemeye dönüşüyor. Aslında yönetmen yarattığı baş karakterle kendi durumunu, yazma sıkıntısını anlatıyor. Bu konuda samimi ama maalesef film, iyi yönetmenlerin aralarda verdiği tavizlerden birine dönüşüyor.

Yine de keyif alınarak ve tekrar tekrar izlenilebilecek bir yapım. Beklemediğimiz filmlerde birden çıkıp bizi şaşırtan Tom Waits (her ne kadar tanınmayacak kadar yaşlanmış olsa da) de artısı. (6/10)

13 Şubat 2013 Çarşamba

Dark City (1998) - Karanlık Alabildiğine Karanlık

Film, kim olduğunu, nerede olduğunu bilmeyen bir adamın uyanışıyla başlıyor: John Murdoch. Ardından telefon çalıyor. Kendini doktor olarak tanıtan, kekeme birisi var telefonun diğer ucunda. Karakterimize yardım edebileceğini söylüyor. "Hafızanı kaybettin. Bir deney yapılıyordu. Bir şeyler ters gitti. Hafızan silindi." Bu sırada karakterimiz yerdeki cesedi görüyor. Ve kaçmaya başlıyor.


Polisiye gerilim gibi başlayan film, insana benzeyen renksiz, soğuk suratlı yabancıları tanımamızla distopik bilim kurguya dönüşüyor. Bir anda dönüşmüyor tabii. Bunu film ilerledikçe anlıyoruz. Dünyayı (?) ele geçirmiş bu yabancılar, insanlar üzerinde çeşitli deneyler yaparak, insanlarda bulunan fakat kendilerinde olmayan bir şeyi arıyorlar; ruhu, insan ruhunu. Güya insanı insan yapan şeyi.

Güneşin hiç doğmadığı karanlık bir şehir düşünün. Hafızanızdaki anıların, kendi anılarınız olmadığını, bunların insanoğlunu ele geçirmiş, insanoğlu üzerinde deneyler yapan uzaylıların beyninize yükledikleri anılar olduğunu düşünün. Bu yaptıkları deney, filmdeki doktor karakterinin fareye uyguladığı deneye benziyor. Fareyi bir labirente koyuyor. Fare çaresiz, çıkışı bulamıyor.

Daha önce John'un yaşadıklarına benzer şeyler deneyimlemiş bir karakter var. Detektif Walenski. Labirent olayıyla kafasını bozmuş. Her yere sarmallar çiziyor. En sonunda bunun bir döngü olduğunu ve bu durumun kurtuluşunun olmadığını anlıyor. Tek çıkış yolu ölüm. İntihar ediyor.


Varoluşu sorgulayan filmlerin en sağlamı belki de. Felsefi yönüyle bilim kurguda yeni bir sayfa açan bir film. 1999 yılında bu tür filmlerin peş peşe çekilmesinin nedeni olabilir Dark City. The Matrix, The Thirteenth Floor, eXistenZ. Bunların hepsi 1999 yılında gösterime girmiş filmler. Bir de 1998 yapımı The Truman Show filmi var tabii. Hangisi daha önce çekilmiş bilmem ama bu filmlerin birbirlerini etkiledikleri ortada.

Sonu mutlu son gibi görünüyor aslında ama daha sonra ne olacak sorusu zihnimizi meşgul edebilir. Adaya benzer bir yer yetecek mi? Sonu olan bir deniz, doyumsuz insanoğlunu tatmin edecek mi?

Filmdeki tek aydınlık (John Güneş'i yaratmadan önce tabii): Jennifer Connelly ve Sway performansı (kendi sesi olmasa da). Ve Tanrı kadını yarattı: (8/10)

1 Şubat 2013 Cuma

Bilgisayar İcat Oldu Mertlik Bozuldu

Teknolojinin faydaları olduğu gibi zararları da var. "Yararı mı daha çok zararı mı?" tartışılır. Fakat bazı gerçekler var: Artık sokakta oynayan çocuklar göremiyoruz pek. Artık evlerinde sanal oyunlar oynayan, sanal çocuklar var. İki taştan kale yapıp, deli dana gibi koştuğumuz, yerlerde sürünerek, terleyerek, yorularak eğlendiğimiz günler geride kaldı. Seksek çizgileri olurdu sokaklarda. Bari saklambaç oynayın be!

Ama tabii çocuklara atamayız suçu. Devir değişti. Ebeveynler çocuklarını doğru yönlendirse bile, onlar okulda ve diğer çevrelerde öğreniyorlar popüler bir canavar olduğunu. Bilgisayar. Tek tuşu kalmış canavar. Artık tuşlar, klavyeler bile yok. Her şey dokunmatik. Çok hızlı gelişiyor teknoloji. Ne gerek var? Acelemiz mi var, bir yere mi yetişmeye çalışıyoruz?

Sokak alt kültürü dediğimiz bu eski güzellikleri filmlerde görebiliyoruz artık sadece. Bu filmlerden biri de Aşk Tesadüfleri Sever. Her ne kadar adından da anlaşılabileceği üzere bir aşk filmi olsa da ben başka taraflarını sevdim filmin. Önce en sevdiğim yönlerinden biri olan görüntü yönetiminden bahsetmem lazım. Fransız filmlerini hatırlatan sinematografisi, yukarıda yazdığım eski günleri hatırlatmada bana yardımcı oldu. Renklerle dönem havası başarılı bir şekilde yansıtılmış. Tabii bu bahsettiklerim filmin geçmişte geçen  kısımlarında gördüğümüz özellikler. Filmin şimdiki zamanına baktığımızda üslup açısından öne çıkan bir özellik yok. Fakat bu iki ayrı zaman arasındaki geçişler filme ayrı bir hava katıyor ve filmi ayakta tutuyor.

Filmin yönetmeni Ömer Faruk Sorak'ın kariyerine baktığımızda, önce kameramanlık daha sonra görüntü yönetmenliği yaptığını görüyoruz. Yukarıda yazdıklarım yerine oturuyor böylece.


Evde otoriter babadan dolayı oluşan 80 sonrası dönemi havası, sokakta yerini renkli, eğlenceli bir hayata bırakıyor. Belki 30 dakika bile sürmeyen bu görüntüler beni çok etkiledi. Neden diye sorarsanız, filmin büyük bir kısmının geçtiği Ankara'da, benzer bir mahallede, benzer oyunlarla büyüdüm. Bizim de sokaklarımızdaki evlerin, apartmanların bazılarının alt katı dükkan olarak kullanılırdı. Ve hala kullanılmakta. Özellikle Kuğulu Park'taki sahneler, Ankara'yı az çok bilen herkesi etkilemiştir. Kızılay, Güven Park, Tunalı Hilmi Caddesi, Atakule, Ankara Garı gibi Ankara'nın sembolü olan mekanları da görüyoruz filmde. Sonuçta Ankara'da film çekilmesine pek alışık değiliz ve tanıdık bir yer gördüğümüz zaman acemi bir mutluluk yaşıyoruz.
    
Oyunculuklara gelecek olursak, başroller Belçim Bilgin ve Mehmet Günsür vasatı aşamamışlar bana kalırsa. Kişisel olarak ikisini de itici buluyorum aslında. Bu yüzden sağlıklı bir tahlil yapamamış olabilirim. Diğer taraftan Ayda Aksel, Şebnem Sönmez ve Hüseyin Avni Danyal ustalıklarını konuşturmuşlar. Yalnız burada Altan Erkekli'ye ayrı değinmek lazım. Özellikle "baba-oğul kavgası" sahnesindeki mükemmel oyunculuğu hakkında ne söylesek az kalır. Ses kaydı yaptığı sahnedeki monologu da unutmayalım.

Filmin beğenmediğim yönlerinden bahsedip, filmin bende yarattığı havayı bozmak istemiyorum. Ayrıca uzun bir yazı oldu. Sonuç olarak filme "modern bir yeşilçam masalı denemesi" olarak bakabiliriz. Filmin kusurlarını görmezden gelmemize yardımcı olur mu bu bakış açısı? Orası size kalmış. (5/10)


                                             Şükür ki "bisiklet sürenler" var hala.

18 Ocak 2013 Cuma

Everything is Illuminated (2005) - Tarihine Sahip Çıkanlar

Tarih, geçmiş gibi kavramlar, bizim gibi yeni nesil gençler için pek anlam ifade etmiyor. Bunun önemli bir sebebi, kapitalist düzenin, tüketim toplumu yaratarak insanı ruhsuzlaştırması olsa da suçu biraz da kendimizde aramalıyız. Bir de batının rasyonalizmi var tabii. Duygulara yer yok artık.

Nenelerimiz, dedelerimiz geçmişle ilgili hikâyeler anlatırlar bizlere. Kimi zaman yaşadıkları acılar, kimi zaman eski zamanlara dayanan özlemleridir bu hikâyelerin konusu. Yaşadıkları bu çelişki onları bir çözüme götürmese de geçmişlerini asla reddetmezler, geçmişle aralarındaki bağı asla koparmazlar. Geçmişlerini unutmaya çalışmazlar. Anlattıkları bu hikâyeler bizleri fazla etkilemez. Hayat görüşleriyle ve fikirleriyle cahil, çağın gerisinde kalmış olduklarını düşünürüz. Peki biz çağdaş, modern olduk da ne oldu? Neden bu kadar rahatız? Çünkü empati kurma yeteneğimiz gelişmemiş. İnsanoğlu böyledir, bir şeyi kendi tecrübe etmeden anlayamaz tam olarak. Onlar 20. yüzyılın başındaki talihsiz dönemi yaşadılar. Savaşlar, katliamlar, bölünmeler, kutuplaşmalar... Bizse '80 darbesi sonrasının katı toplum kurallarına bile denk gelmedik. 90'ların renkli pop kültürü mü bizi bu hâle soktu acaba? Zannetmiyorum, aklımız başımıza geldiğinde 90'ların sonuydu.


Bana üstte yazdıklarımı düşündüren, aile geçmişimi sorgulatan bir filmden bahsetmek istiyorum. Everything is Illuminated isimli bu filmi Amerikan bağımsız yapımı olarak nitelemek mümkün. Oyuncu olarak tanıdığımız Liev Schreiber'ın ilk yönetmenlik denemesi olan film, bir roman uyarlaması. Kitabı okumadım fakat yazar Jonathan Safran Foer'un üslubu hakkında olumlu yorumlar dolaşıyor internette.

Filmde dedesinin öyküsünün peşinden giden bir genç var. Günümüzü düşünürsek pek de alışık olmadığımız bir genç türü. Adı Jonathan. Jonathan'ın aile eşyaları koleksiyonu yapma gibi bir hobisi var. Büyükbabasının büyüdüğü yeri görmek istiyor. Büyükbabasını, 1942 yılında Nazilerden kurtaran kadını bulma amacıyla uzun bir yolculuk yaparak Ukrayna'ya geliyor. Burada devreye, hip-hop müziği hayranı olan dansçı Alex ve onun büyükbabası giriyor. Alex, Jonathan'a onun "hürmetkar tercüman"ı olarak bu yolculukta eşlik ediyor, büyükbabası ise şoför olarak.



Eğlenceli bir yol filmi olarak da bakabiliriz filme, hüzünlü bir tarihi film olarak da. İkisini de başarıyla kotarmış bir film. Yahudilerin, Nazilerin elinden kurtarıldığı filmlere alışığız aslında, Holywood sağolsun. Bu filmin ötekilerden farkı, hepsinden daha samimi olması. Başımıza vura vura kakmıyor anlatmak istediklerini, "isteyen alır, isteyen almaz mesajımı" diyor film. Bu da filmi bağımsız yapan etken.

Oyunculara baktığımızda Yüzüklerin Efendisi serisinden tanıdığımız Elijah Wood başrolde çok iyi bir oyunculuk çıkarmış. Gogol Bordello'nun solisti Eugene Hutz ise esas mesleği olmamasına rağmen sırıtmamış.

Filmin müziklerine değinmeden olmaz. Yol filmi havasına uygun müzikler seçilmiş. Doğu Avrupa ve Balkan müzikleri kullanılmış. Gypsy folk diyebiliriz genel olarak, bir tür belirtmek gerekirse. Yerine göre eğlenceli, yerine göre hüzünlü bu müzikler, film haricinde de sürekli dinleyebileceğiniz müzikler hâline gelebilir.

Filmin en sevdiğim sahnelerinden birini paylaştım altta. Müzik ve edebiyatın (şiir), görüntülerle beraber mükemmel bir uyumla birleştiği bir sahne. (7/10)


"My grandfather informs me that this is not possible."

1. Geleneksel Tunç Kozalak Ödülleri

Selamlar! Yine film görmekten sıkıldığım, 2019 filmlerini eritmeye çalışırken işkence çektiğim, Twitter'da her gün başka film övülürken...