Tarih, geçmiş gibi kavramlar, bizim gibi yeni nesil gençler için pek anlam ifade etmiyor. Bunun önemli bir sebebi, kapitalist düzenin, tüketim toplumu yaratarak insanı ruhsuzlaştırması olsa da suçu biraz da kendimizde aramalıyız. Bir de batının rasyonalizmi var tabii. Duygulara yer yok artık.
Nenelerimiz, dedelerimiz geçmişle ilgili hikâyeler anlatırlar bizlere. Kimi zaman yaşadıkları acılar, kimi zaman eski zamanlara dayanan özlemleridir bu hikâyelerin konusu. Yaşadıkları bu çelişki onları bir çözüme götürmese de geçmişlerini asla reddetmezler, geçmişle aralarındaki bağı asla koparmazlar. Geçmişlerini unutmaya çalışmazlar. Anlattıkları bu hikâyeler bizleri fazla etkilemez. Hayat görüşleriyle ve fikirleriyle cahil, çağın gerisinde kalmış olduklarını düşünürüz. Peki biz çağdaş, modern olduk da ne oldu? Neden bu kadar rahatız? Çünkü empati kurma yeteneğimiz gelişmemiş. İnsanoğlu böyledir, bir şeyi kendi tecrübe etmeden anlayamaz tam olarak. Onlar 20. yüzyılın başındaki talihsiz dönemi yaşadılar. Savaşlar, katliamlar, bölünmeler, kutuplaşmalar... Bizse '80 darbesi sonrasının katı toplum kurallarına bile denk gelmedik. 90'ların renkli pop kültürü mü bizi bu hâle soktu acaba? Zannetmiyorum, aklımız başımıza geldiğinde 90'ların sonuydu.
Bana üstte yazdıklarımı düşündüren, aile geçmişimi sorgulatan bir filmden bahsetmek istiyorum. Everything is Illuminated isimli bu filmi Amerikan bağımsız yapımı olarak nitelemek mümkün. Oyuncu olarak tanıdığımız Liev Schreiber'ın ilk yönetmenlik denemesi olan film, bir roman uyarlaması. Kitabı okumadım fakat yazar Jonathan Safran Foer'un üslubu hakkında olumlu yorumlar dolaşıyor internette.
Filmde dedesinin öyküsünün peşinden giden bir genç var. Günümüzü düşünürsek pek de alışık olmadığımız bir genç türü. Adı Jonathan. Jonathan'ın aile eşyaları koleksiyonu yapma gibi bir hobisi var. Büyükbabasının büyüdüğü yeri görmek istiyor. Büyükbabasını, 1942 yılında Nazilerden kurtaran kadını bulma amacıyla uzun bir yolculuk yaparak Ukrayna'ya geliyor. Burada devreye, hip-hop müziği hayranı olan dansçı Alex ve onun büyükbabası giriyor. Alex, Jonathan'a onun "hürmetkar tercüman"ı olarak bu yolculukta eşlik ediyor, büyükbabası ise şoför olarak.
Eğlenceli bir yol filmi olarak da bakabiliriz filme, hüzünlü bir tarihi film olarak da. İkisini de başarıyla kotarmış bir film. Yahudilerin, Nazilerin elinden kurtarıldığı filmlere alışığız aslında, Holywood sağolsun. Bu filmin ötekilerden farkı, hepsinden daha samimi olması. Başımıza vura vura kakmıyor anlatmak istediklerini, "isteyen alır, isteyen almaz mesajımı" diyor film. Bu da filmi bağımsız yapan etken.
Oyunculara baktığımızda Yüzüklerin Efendisi serisinden tanıdığımız Elijah Wood başrolde çok iyi bir oyunculuk çıkarmış. Gogol Bordello'nun solisti Eugene Hutz ise esas mesleği olmamasına rağmen sırıtmamış.
Filmin müziklerine değinmeden olmaz. Yol filmi havasına uygun müzikler seçilmiş. Doğu Avrupa ve Balkan müzikleri kullanılmış. Gypsy folk diyebiliriz genel olarak, bir tür belirtmek gerekirse. Yerine göre eğlenceli, yerine göre hüzünlü bu müzikler, film haricinde de sürekli dinleyebileceğiniz müzikler hâline gelebilir.
Filmin en sevdiğim sahnelerinden birini paylaştım altta. Müzik ve edebiyatın (şiir), görüntülerle beraber mükemmel bir uyumla birleştiği bir sahne. (7/10)
"My grandfather informs me that this is not possible."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder