Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin 1846’da yazdığı Dvoynik, yazarın ikinci uzun öyküsüdür. İlk eseri İnsancıklar sonrası, zamanının önemli Rus eleştirmeni Belinski’nin övgüleriyle popüler olan ve coşkulanan Dostoyevski, Türkçe’ye Öteki olarak çevirilen bu novella sonrası ise alaylara maruz kalmıştır. Yazarın kendisinin de fikir açısından önemli ama biçim açısından başarısız bulduğu bu öyküyü biraz daha detaylı incelemek gerek. Dostoyevski, bütün hayatı boyunca içinde ukte kalan bu fikri 1864’de bir kısmını değiştirerek tekrar yazsa da edebiyat eleştirmenleri, Dostoyevski’nin ele aldığı temayla ne yapmak istediğini ve bu temaya hangi yorumu kattığını tam olarak anlamlandıramamıştır.
Öteki, eleştirmenlerin ilgisini, sanatsal niteliğinin hak ettiğinden fazla çekti, özellikle de Batı dünyasında. Dostoyevski’nin kendisi de kitabı 1860’larda yeniden yazarak ve ifade etmek istediği fikre doğru dürüst bir biçim vermeyi başaramadığını itiraf ederek bu meseleyi yeniden gündeme getirdi. Bu fikrin ne olduğunu hiçbir zaman açıkça belirtmedi, böylece onun yerine bu işe soyunan birçok kişi çıktı.¹
L. Bem Öteki’de Gogol’ün “Burun” öyküsünün bir yankısını görüp, burada bu öykünün eleştirisinin ve “geliştirilmesinin” bulunduğunu söyküyor. Bu doğruysa, Öteki Gogol’ün öyküsündeki alegoriye psikolojik bir temel kazandırma girişimidir; yani Gogol’ün yaptığı istiarenin gerçeğe dönüştürülmesidir. Viktor Şklovski, Öteki’nin en ikna edici yorumu olarak gördüğüm yazısında eserin romantizmin Doppelganger (Almanca: Öcü, yaşayan birinin kılığına giren canavar) temasının hicvi olduğunu iddia ediyor. Golyadkin’lerin ilki de ikincisi de aynı derece sıradan “olmayankişi”ler, ikinci Golyadkin’deki “kötülük”, birinci Golyadkin’deki “iyilik” kadar önemsiz. Bunlardan hangisinin, ya da herhangi birinin, “dairede”, yani Şestilavoçnaya Sokağı’nın bir apartman katında bir görevi olduğu ne fark eder ki?
Dmitri Çijevski’nin yorumu da Şklovski’ninkiyle uyuşuyor. Ona göre insan varoluşunun gerçekliği Öteki’nin merkezi konusunu oluşturuyor: insanın varoluşu varolmayışa dönüşüyor. Gogol, bir buruna üniforma giydirip onu Petersburg sokaklarında yüksek rütbeli biri gibi dolaştırırken bu konunun alegorisini yapıyordu. Dostoyevski ise bu alegoriyi “gerçek”leştiriyor.*
İngiliz yönetmen Richard Ayoade’nin ikinci uzun metraj filmi The Double, 2014 senesinin sürprizlerindendi benim için. Yönetmen, ilk filmi Submarine ile kendisine bir izleyici kitlesi oluşturmuş ve günümüz gençliğinin ruhunu yakalamayı başarmıştı. Zaman zaman ilk filmindeki hipster ruhunu hissetsek de yeni filmi, yarattığı atmosfer ve eleştirisiyle distopyalara daha yakın duruyor. Bürokrasi eleştirisi ve bireyin bu sistem içine sıkışmışlığı, sistem ve teknoloji karşıtı yönetmen Terry Gilliam’ın Brazil filmini hatırlatan prodüksiyon tasarımıyla sağlanmış.
Yönetmen dersini iyi çalışmış ve temayı doğru anlayıp, novellanın ruhuna
uygun tekinsiz bir atmosferle beraber sunmuş: Nedensiz bir şekilde
sürekli gecenin hüküm sürdüğü zamansız bir dünya, ne iş yaptıkları belli
olmayan memurlar ve gizemli ofis ortamı.
Ana karakterimiz Simon’ın, karanlık ve tedirgin edici bir kompartımanda bir yabancı tarafından “Yerime oturuyorsun.” çıkışıyla oturduğu yerden edilmesiyle başlayan film, yine karakterimizin, metrodan çıkmaya çalışırken çantasının kapıya sıkışması ve kimliğini kaybetmesi ile devam ediyor. Film boyunca süregelen aksilikler zinciri ve 7 yıldır çalıştığı iş yerinden yavaş yavaş uzaklaştırılması, aslında olmayan birinin yok olma sürecini öykülüyor. Bu süreçte aniden ortaya çıkan ikizi James ise iş yerinde ve sosyal ortamda Simon'ın nasıl var olabileceğini, nasıl var olunabileceğini gösteren bir karakter. Başlangıçta Simon’a sosyal ilişkilerinde yardımcı, iyi bir arkadaş gibi görünen James, işler karıştıktan sonra ise iş yerinde ve sevdiği kadınla ilişkisinde çaktırmadan onun yerini kapan sinir bozucu bir tipe dönüşüyor.
Esas meselemiz 19. yüzyıl felsefesinin de odak noktası
olan bireyin varoluş problemi. Film, tıpkı kitap gibi “öteki”nin, küçük Bay Goldaykin’in veya James’in, “gerçek”liğiyle
ilgili tatmin edici bir cevap vermiyor. Okurların ve izleyenlerin
kafasını karıştıran da ötekinin nasıl var olduğu: bir hayalet mi olduğu,
sadece Simon tarafından görülen bir halisünasyon mu olduğu yoksa
kişilik bölünmesi geçiren bir adamın iki karşıt tarafını mı temsil
ettiği. Kitapta Bay Golyadkin ve küçük Bay Golyadkin olarak adlandırılan, filmde ise Simon ve James’e
dönüşen bu iki karakter filmin bu gerçekliği, kişilik bölünmesi olarak
yorumladığını gösteriyor olabilir. Simon'un kimliğinde gördüğümüz Simon
James ismi, bunun ispatı ve sanki ikisinin bir kişiyi ancak
tamamlayabildiği vurgulanıyor.
Ayoade’nin ─romanda yer almayan─ katkısı ise sonlara doğru yükselen aşk teması. Dostoyevski’nin problemini “aşkla varolabiliriz” mesajıyla çözüyor. Yönetmenin özgün tarafı olan retro (mekanlar, kıyafetler vb.) ve hipster estetiği, kitaba artı olarak eklenen Hannah karakterine (Golyadkin’in sevdiği kadın küçük bir kısımda geçse de filmdeki karakterle alakası yok) yansıtılmış. Hannah da aslında bir “var olmayan”. Bu iki karakter vasıtası ile toplum perspektifinde silik insanların, birbirine ulaşması üzerinden romantik bir tutunamayanlar öyküsü yaratılmış (yine Brazil filmini hatırlarsak; bürokrasinin çıkmazından,
rüyasında gördüğü kadının peşinden koşarak kaçmaya çalışan bir adamın
hikâyesi vardır). Mia Wasikowska’nın herhangi bir filmde varlığı, filmi tek başına yukarı taşımaya yeter iken, Ayoade tıpkı ilk filminde iki genç karakterine uyguladığını Hannah karakterine uygulamış ve ortaya kendine has bir estetik çıkarmış. Kurgunun müzikle beraber yükselmesiyle ─kitaptan bağımsız─ muazzam bir final oluşmuş.
Sonuç olarak The Double, yine bir 19. yüzyıl Rus edebiyatı eserinden İngiliz uyarlaması olan Anna Karenina (2000 sonrası sinemaya baktığımda ilk aklıma gelen) gibi sinemanın ihtiyaç duyduğu özgün, biçimci ve yenilikçi uyarlamaların yanında kendine yer bulmayı başarıyor. (9/10)
1. Kardeşi Mihail’e yazdığı 1 Ekim 1859 tarihli mektupta
Dostoyevski Golyadkin’in “toplumsal anlamı bakımından çok büyük bir tip”
olduğunu söylüyor. Öteki için ise şöyle
diyor: “Ne var ki bu öykü benim için tam bir başarısızlık oldu, oysa düşüncesi
hayli parlaktı, edebiyat yaşamımda bu düşünceden daha ciddisini hiçbir zaman
tasarlamamıştım. Ama öykünün biçimi çok başarısızdı.” (Bir Yazarın Günlüğü, Çev. Kayhan Yükseler, İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları, 2009, s. 1005.)
* Bu bölüm Victor Terras'ın Dostoyevski'yi Okumak isimli inceleme kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder