28 Şubat 2015 Cumartesi

Whiplash (2014) - Eğitim Üzerine Bir Tez veya Acılı Mükemmelliyetçilik

Üniversitede girdiğim çoğu derste bir vasatlık hali hakim. Öğrencilerin çoğu bölümü sevdikleri için değil puanları tuttukları için gelmişler ve üniversiteden heveslerini aldıktan sonra üniversitenin sadece diploma ve iş kapısı olduğunu düşünüp dersleri umursamıyorlar. Öğrenciyi araştırmaya teşvik etmesi gereken öğretim görevlileri ise bu isteksizliği görüp derslerini monoton bir şekilde anlatıyorlar. Karşılıklı bir kabullenme durumu var. Amaç; bitirelim ve gidelim. Bitirelim ve gidelimin iki taraf tarafından da kabul edildiği, ders anlatımının formaliteye döndüğü bir sistemden çıkacak elemanların kalifiye olmasını beklemek aptallık olur. Bir derste hocaya soru sorulmaması veya sorulamaması öğretim sisteminin ne kadar verimsiz olduğunu görmek için yeterli. Karşılıklı tartışma ile, öğrenciyi de öğretmeni de derse ve konuya teşvik edecek yöntemin, yıllanmış sunumların duvara yansıtılıp okunmasından daha etkili olacağı bariz. Hâlihazırda var olan sistemde ise kendinizi bir konuda geliştirmenizin tek yolu kendi başınıza oturup bir şeyleri araştırıp öğrenmeniz. Bu merakınızı da sönümlendirecek sıkıntılarla karşılaşmassanız eğer kendinizi şanslı sayın.

Bu sarsıcı filmi seyrederken genel olarak mükemmeliyetçilik övgüsü hoşuma gitmişti. Sonradan fark ettim ki; öğretim sistemi özellikle Türkiye'deki üzerine rahatsız olduğum konulardaki nefretimin başkaları tarafından dolaylı yoldan da olsa işlenmesinden, ana karakter tarafından davullara ve zillere vuruldukça bu nefretimin dışarı atılmasından acayip bir haz duymuşum.


1985 doğumlu Amerikalı yönetmen Damien Chazellein ikinci uzun metraj filmi Whiplash, caz bateristi olma hayalleriyle yanıp tutuşan bir genci anlatımına alıyor. Kendisi de bir zamanlar aynı umutla müzik okuluna gitmiş yönetmenin filmini, yarı-otobiyografik olarak nitelendirmek mümkün. Film, ana karakterimiz Andrewnun tek başına bateri çalıştığı planla açılıyor. Kamera, Andrewya yaklaştıkça heyecanını ve azmini hissediyoruz fakat bu büyük bir sanatçı olması için yeterli olmasa gerek müzik eğitmeni ve orkestra şefi Fletcher devreye giriyor. Gerilimini, bu iki karakter arasındaki çatışmadan ve aralarındaki inişli-çıkışlı ilişkiden kuran film, mükemmeliyetçiliği konusuna alıyor.

Bir filmi değerlendirirken, filmin neyi anlattığından çok neyi nasıl anlattığına ve ne kadar başarılı anlattığına bakmak gerek. Filmin tezini nasıl sunduğundan başlayacak olursak, son zamanların en mükemmel kurgusunu izliyoruz. Özellikle Not quite my tempo!” repliğiyle şimdiden efsaneleşen uzun sekansta, kurgu da, Andrew'nun ayak uydurmaya çalıştığı tempoyla paralel olarak hızlanıyor. Öğretmen ve öğrenci arasındaki gerilim, iki oyuncunun üst düzey performansıyla beraber tavan yapıyor. Yüze odaklanan yakım çekimler yardımıyla da Andrew ile yakınlık kuruyor ve yediği tokatları suratımızda hissediyoruz. Böylece temayla biçim arasında son zamanların en çarpıcı uyumunu seyrediyoruz. İlerleyen sahnelerde Andrew ile beraber sinirleniyor, terliyor, nefes almaya çalışıyoruz. Fletcherın Andrew üzerinde uyguladığı yöntem, filmi izleyenleri ikiye bölecek kadar sertleşiyor, aşağılamalar fiziksel şiddete kadar varıyor.


Filme getirilen şiddet yanlısı, faşist hatta Nazist yorumlarına iyimser sayılabilecek bir yorum katacağım. Evet, Fletcher karakterinin Hitleri ya da Stalini akıllara getirdiği doğru. Fakat yönetmenin mesajı, iktidarı ve gücü temsil eden bu karaktere teslim olmayıp onunla savaşılması gerektiği. Hayatta gerçekten bir yere gelmek için hangi badireleri atlatmamız gerekebileceğini izliyoruz. Bu zorlu savaştan koparabileceklerimiz ise yanımıza kar kalıyor. Burada yönetmen Chazellenin de içinde bulunduğu Y Kuşağından bahsetmek lazım. Savaş ve yıkım görmemiş, günümüze kadar tembel ve ruhsuz olmakla suçlanan bu kuşak, dünya genelindeki son değişimlerle beraber övgülere boğulmakta bu sıralar. Yönetmen, film ile bu kuşağın içindeki potansiyeli gösteriyor. Filmin alakasız olarak çokça karşılaştırıldığı Rocky filminden bir replikle sesleniyor: Acı yok Rocky! Bir neslin kendini bir yere getirebilmesi  için daha önce hiç karşılaşmadığı acıların üstüne gitmesi, risk alması, cesur olması gerekiyor. Özetle; Öldürmeyen acı güçlendirir.” (Nietzsche, Dostoyevskiden esinle)


En başta örnek vererek açıklamaya çalıştığım, okullarda verilen öğretimi, hayata yayarak filmin tezi olan eğitim meselesine gelecek olursak, Andrew karakterinin çevresiyle ilişkisinde (aslında olmayan ilişki) görülebilecek kararlılık filmin mantığına uyum gösteriyor. Andrew, çalışma odasının duvarında asılı olan Buddy Richi, idolü olarak görüyor. Film, bazı diyaloglarda, azimle bir yerlere gelmiş efsanelere ve onların yaşam şekillerine saygı duruşunda bulunuyor.

Anonim bir sözle de sanat konusuna geçelim: %10 yetenek %90 çalışma. Daha doğru bir ifadeyle sanatın, zanaat kısmını işliyor film. Fletcherın başta Andrewyu keşfetmesiyle (bunun bir keşif olduğunu sonradan anlıyoruz) ilham veya yetenek kısmı basit de olsa hızlıca geçiliyor.

İki dünya savaşı sonrası Avrupada oluşan yalancı demokrasi ve hümanizm, ekonomik olarak neo-liberalizm ile dünyanın her yerine yayılarak bir refah illüzyonu oluşturdu. Bu yanılsama yanında tüketim çılgınlığını ve popüler kültürü getirdi. Bu değişimin ortasına doğan kuşak ise duruma ayak uydurmaktan başka bir şey yapamadı. Film, bu kuşağın isyanı ve aynı zamanda bir konformizm eleştirisi.


Filmi beğenmeyenlerin ısrarla savunduğu müzik böyle bir şey değil argümanına, filmi beğenenlerin bu filmin teması müzik ya da müziğin nasıl olması gerektiği değil cevabıyla karşılık vererek edebiyattan bahsedeceğim. Dostoyevskinin yazma serüveninde karşılaştığı zorlukları herhangi bir kitabının (bkz: İletişim Yayınları) ilk sayfalarındaki yaşam özetinden öğrenebilirsiniz kolaylıkla. Daha da genişletip çağdaş edebiyata ve sanata bakacak olursak, popüler kültürün, sanatı hangi noktaya getirdiği ortada. 90 sonrasının best-seller edebiyatı, insanların kafasını öyle bir karıştırıyor ki nitelikli olmayan okur neyin gerçek edebiyat neyin paçavra olduğunu kestiremiyor. Çok okunan ve ağızdan ağıza dolaşan yazarlar kazanıyor, edebiyat değil. Hakikaten geçmişinde iyi romanlar yazmış edebiyatçılar bile bu tuzağa düşebiliyor. Modern yaşamın yarattığı ruhsuzluktan sıyrılıp kendimizi nasıl gerçekleştirebiliriz? Bu durumda yazma eylemini bir hobi olarak gören yazarlara değil hayatta kalabilmek için yazan, edebiyatla yatıp edebiyatla kalkan yazarlara ihtiyacımız var. Sait Faik’in bir öyküsünün son cümlesi bir kez daha anlam buluyor: Yazmasam deli olacaktım.

Ortaya atılan fikri beğenmeyebilirsiniz tabii. Bu, yönetmenin, tezini, dozajını kademeli olarak yükselterek, altını doldurarak başarılı bir şekilde sunduğu gerçeğini değiştirmiyor.


Epilogla ilgili yorumlara katılıyorum. Böyle bir filmin bu sonla bitmemesi gerekirdi. Fletcherın, Andrewnun son atağı sonrası değişen mimikleri ve tatmin olması, filmin ruhuna aykırı olmuş. Fletcherin da kazanan taraf olduğu, amacına ulaştığı anlatılmak istenmiş. Yine de filmin kendi sunduğu mantık gereği, iki karakter arasındaki çatışmanın bitmemesi, devam etmesi gerekiyordu. Fakat yönetmen çoğunluğun kaygılarını düşünerek bir son yazmış sanırım.

Film, Andrewnun, çalacakları şarkıdan haberi olmadığı için eline yüzüne bulaştırdığı ve ışığın hem Andrewya hem biz seyircilere vurduğu planla bitmeliydi (burada yaşadığım katharsisi sanırım başka bir filmde yaşamadım). Böylece film, mesajını en etkili biçimde iletmiş olurdu. (8/10)

19 Şubat 2015 Perşembe

Nebraska (2013) - Bir Amaç Olarak Yol

Sideways  ve The Descendants filmleriyle uyarlama senaryo dalında 2 kez Oscara ulaşan 2000lerin en başarılı Amerikan bağımsız yönetmenlerinden Alexander Payne, son filmi Nebraskada bu kez sadece yönetmen koltuğunda oturuyor. Baba-oğul hikayesi olarak başlayıp eksenini dramatik bir aileye ve kasabaya çeviren senaryo, yol hikayesi formülünü takip etse de Payne'in çabasıyla türe çok şey katıyor. Gücünü naifliğinden alan, temaya uygun siyah-beyaz tercihiyle de benzerlerinden bir adım öne çıkan filmi, yönetmenin ─şimdilikbaşyapıtı olarak nitelemek yanlış olmaz.


Filmin ana karakteri Woody Grant, emeklilikten sıkılmış kendine bir meşgale arayan huysuz bir ihtiyardır. Kendisine gönderilen sahte piyango biletinden kazandığına inandığı 1 milyon dolar kafasını meşgul etmektedir. Film, Woody'nin ikramiyeyi almak için Lincoln, Nebraskaya  yürüyerek gitmeye çalıştığı görüntüyle açılıyor. Başkasını inandıramadığı ve ehliyeti olmadığı için bu yolu seçiyor. Abisine göre daha hassas olan küçük oğlu David, babasının şehirden sıkıldığını anlayıp onu Nebraskaya götürmeyi kabul ediyor. Onun şu sözleri filmin ve Woody karakterinin özeti: Adama bir yaşama amacı gerek. Bütün mesele bu.


Baba-oğul, Davidin şoförlüğünde Nebraska yolculuğuna başlıyorlar. Woodynin geceyi geçirdikleri otelde düşüp kafasını yarması planlarını bozuyor ve hafta sonluğuna memleketlerine, baba yurduna uğrama kararı alıyorlar. Hawthorne isimli kasabaya Kate (anne) ve büyük oğul Rossun da gelmesiyle aile tamamlanmış oluyor: Gençliğini ve yetişkinliğini içki içerek harcamış Ross'a göre sorumsuz─ baba, evdeki alkolik adamla uğraşmaktan hafif kafayı çizmiş çenesi düşük anne, başarılı sayılacak bir kariyeri olan fakat mutsuz ağabey ve ikinci esas karakterimiz, işinde, sosyal ilişkilerinde, genel anlamda hayatta başarısız kardeş.

Filmin kasabada geçen kısımları, konunun derinleşmesi ve ailenin bir araya gelmesi açısından önemli. Woodynin içinde ukte kalmış belli ki kasabada yaşadığı veya yaşamadığı şeyler. Piyango ödülü bir fantezi nesnesi ve kasabanın buna inanması ─aslında onlar da bir heyecan arıyorlar─ sonucu kısa bir süreliğine de olsa kahraman oluyor. İşin ucundaki para ise eş-dost-akraba arasında küçük hesapların ortaya çıkmasına sebep oluyor. Küresel bir portre izliyoruz; küçük resimde bir aileyi büyük resimde de akraba çevresi ve kasabayı. Şehirlerden önceki yerleşim yerlerimiz olan kasaba veya köyleri hüzünle anıyoruz. Kasaba insanı sıkıntıdan ne yapacağını şaşırmış. Woody’ye az da olsa hak veriyoruz böylece; içki içmekten başka yapacak bir şeyin olmadığı bir yer. Bu hüzünlü kasabada eski defterler açıldıkça, filmin gözlemci karakteri David babasına yakınlık duyuyor. Eski sevgilisinin ve Katein kendisi için verdiği mücadele, Kore gazisi olduğu, arkadaşı engellememiş olsa David doğmadan önce Kate ile boşanacağı gibi Woody hakkındaki bilgiler, donuk ve umarsız ihtiyarı az da olsa anlamamıza onunla empati kurabilmemize yardımcı oluyor. Film, ayrıntılarıyla zenginleşiyor ama bütünlüğünü kaybetmiyor. Kafamızda hala Nebraska var.


Bruce Dern o kadar iyi rol yapmış ki, hayatının rolünü oynamış desem abartmış olmam. Maalesef bu performansıyla Oscar ödülüne layık görülmedi. En azından Cannes Film Festivalinde en iyi aktör ödülünü alması sevindirici. Aslında filmde kötü oynayan oyuncu yok. Halihazırda filmi tek başına sırtlayacak bir karakter varken yan karakterler, filme ayrı bir renk katmış. Senarist Bob Nelsonın başarısı da burada, bu detaylarda. Kasaba halkı, bir kaç replik sunan oyuncular bile filmin gerçekçiliğini bozmamış. Filmdeki performansıyla Oscarda yabancı kadın oyuncu adaylığı alan June Squibb de Kate karakteriyle harikalar yaratmış ve filmin komedi yükünü neredeyse tek başına taşımış. Öyle ki beklemediğiniz sahnelerde Katein repliklerine gülmekten filmin dram olduğunu unutabilirsiniz. Burada Will Forte ve Bob Odenkirk isimlerini anmazsak haksızlık etmiş oluruz. Sade oyunculuklarıyla filmi kotarmışlar.

Filmin bir başka artısı da müzikleri. Gelecekte, belki de, filmin ruhuna büyük katkı sağlayan Mark Ortonın besteleriyle hatırlayacağız bu güzel filmi. (9/10)

1. Geleneksel Tunç Kozalak Ödülleri

Selamlar! Yine film görmekten sıkıldığım, 2019 filmlerini eritmeye çalışırken işkence çektiğim, Twitter'da her gün başka film övülürken...