6 Mayıs 2015 Çarşamba

The Double (2013) - Kötü İkiz Teması Üzerinden Varoluş Sorunu

Fyodor Mihayloviç Dostoyevskinin 1846da yazdığı Dvoynik, yazarın ikinci uzun öyküsüdür. İlk eseri İnsancıklar sonrası, zamanının önemli Rus eleştirmeni Belinskinin övgüleriyle popüler olan ve coşkulanan Dostoyevski, Türkçeye Öteki olarak çevirilen bu novella sonrası ise alaylara maruz kalmıştır. Yazarın kendisinin de fikir açısından önemli ama biçim açısından başarısız bulduğu bu öyküyü biraz daha detaylı incelemek gerek. Dostoyevski, bütün hayatı boyunca içinde ukte kalan bu fikri 1864de bir kısmını değiştirerek tekrar yazsa da edebiyat eleştirmenleri, Dostoyevskinin ele aldığı temayla ne yapmak istediğini ve bu temaya hangi yorumu kattığını tam olarak anlamlandıramamıştır.


Öteki, eleştirmenlerin ilgisini, sanatsal niteliğinin hak ettiğinden fazla çekti, özellikle de Batı dünyasında. Dostoyevski’nin kendisi de kitabı 1860’larda yeniden yazarak ve ifade etmek istediği fikre doğru dürüst bir biçim vermeyi başaramadığını itiraf ederek bu meseleyi yeniden gündeme getirdi. Bu fikrin ne olduğunu hiçbir zaman açıkça belirtmedi, böylece onun yerine bu işe soyunan birçok kişi çıktı.¹
 L. Bem Öteki’de Gogol’ün “Burun” öyküsünün bir yankısını görüp, burada bu öykünün eleştirisinin ve “geliştirilmesinin” bulunduğunu söyküyor. Bu doğruysa, Öteki Gogol’ün öyküsündeki alegoriye psikolojik bir temel kazandırma girişimidir; yani Gogol’ün yaptığı istiarenin gerçeğe dönüştürülmesidir. Viktor Şklovski, Öteki’nin en ikna edici yorumu olarak gördüğüm yazısında eserin romantizmin Doppelganger (Almanca: Öcü, yaşayan birinin kılığına giren canavar) temasının hicvi olduğunu iddia ediyor. Golyadkin’lerin ilki de ikincisi de aynı derece sıradan “olmayankişi”ler, ikinci Golyadkin’deki “kötülük”, birinci Golyadkin’deki “iyilik” kadar önemsiz. Bunlardan hangisinin, ya da herhangi birinin, “dairede”, yani Şestilavoçnaya Sokağı’nın bir apartman katında bir görevi olduğu ne fark eder ki?
Dmitri Çijevski’nin yorumu da Şklovski’ninkiyle uyuşuyor. Ona göre insan varoluşunun gerçekliği Öteki’nin merkezi konusunu oluşturuyor: insanın varoluşu varolmayışa dönüşüyor. Gogol, bir buruna üniforma giydirip onu Petersburg sokaklarında yüksek rütbeli biri gibi dolaştırırken bu konunun alegorisini yapıyordu. Dostoyevski ise bu alegoriyi “gerçek”leştiriyor.*

İngiliz yönetmen Richard Ayoadenin ikinci uzun metraj filmi The Double, 2014 senesinin sürprizlerindendi benim için. Yönetmen, ilk filmi Submarine ile kendisine bir izleyici kitlesi oluşturmuş ve günümüz gençliğinin ruhunu yakalamayı başarmıştı. Zaman zaman ilk filmindeki hipster ruhunu hissetsek de yeni filmi, yarattığı atmosfer ve eleştirisiyle distopyalara daha yakın duruyor. Bürokrasi eleştirisi ve bireyin bu sistem içine sıkışmışlığı, sistem ve teknoloji karşıtı yönetmen Terry Gilliamın Brazil filmini hatırlatan prodüksiyon tasarımıyla sağlanmış.

Yönetmen dersini iyi çalışmış ve temayı doğru anlayıp, novellanın ruhuna uygun tekinsiz bir atmosferle beraber sunmuş: Nedensiz bir şekilde sürekli gecenin hüküm sürdüğü zamansız bir dünya, ne iş yaptıkları belli olmayan memurlar ve gizemli ofis ortamı.


Ana karakterimiz Simonın, karanlık ve tedirgin edici bir kompartımanda bir yabancı tarafından Yerime oturuyorsun. çıkışıyla oturduğu yerden edilmesiyle başlayan film, yine karakterimizin, metrodan çıkmaya çalışırken çantasının kapıya sıkışması ve kimliğini kaybetmesi ile devam ediyor. Film boyunca süregelen aksilikler zinciri ve 7 yıldır çalıştığı iş yerinden yavaş yavaş uzaklaştırılması, aslında olmayan birinin yok olma sürecini öykülüyor. Bu süreçte aniden ortaya çıkan ikizi James ise iş yerinde ve sosyal ortamda Simon'ın nasıl var olabileceğini, nasıl var olunabileceğini gösteren bir karakter. Başlangıçta Simona sosyal ilişkilerinde yardımcı, iyi bir arkadaş gibi görünen James, işler karıştıktan sonra ise iş yerinde ve sevdiği kadınla ilişkisinde çaktırmadan onun yerini kapan sinir bozucu bir tipe dönüşüyor.

Esas meselemiz 19. yüzyıl felsefesinin de odak noktası olan bireyin varoluş problemi. Film, tıpkı kitap gibi ötekinin, küçük Bay Goldaykinin veya Jamesin, gerçekliğiyle ilgili tatmin edici bir cevap vermiyor. Okurların ve izleyenlerin kafasını karıştıran da ötekinin nasıl var olduğu: bir hayalet mi olduğu, sadece Simon tarafından görülen bir halisünasyon mu olduğu yoksa kişilik bölünmesi geçiren bir adamın iki karşıt tarafını mı temsil ettiği. Kitapta Bay Golyadkin ve küçük Bay Golyadkin olarak adlandırılan, filmde ise Simon ve Jamese dönüşen bu iki karakter filmin bu gerçekliği, kişilik bölünmesi olarak yorumladığını gösteriyor olabilir. Simon'un kimliğinde gördüğümüz Simon James ismi, bunun ispatı ve sanki ikisinin bir kişiyi ancak tamamlayabildiği vurgulanıyor.


Ayoadenin romanda yer almayan katkısı ise sonlara doğru yükselen aşk teması. Dostoyevskinin problemini aşkla varolabiliriz mesajıyla çözüyor. Yönetmenin özgün tarafı olan retro (mekanlar, kıyafetler vb.) ve hipster estetiği, kitaba artı olarak eklenen Hannah karakterine (Golyadkinin sevdiği kadın küçük bir kısımda geçse de filmdeki karakterle alakası yok) yansıtılmış. Hannah da aslında bir var olmayan. Bu iki karakter vasıtası ile toplum perspektifinde silik insanların, birbirine ulaşması üzerinden romantik bir tutunamayanlar öyküsü yaratılmış (yine Brazil filmini hatırlarsak; bürokrasinin çıkmazından, rüyasında gördüğü kadının peşinden koşarak kaçmaya çalışan bir adamın hikâyesi vardır). Mia Wasikowskanın herhangi bir filmde varlığı, filmi tek başına yukarı taşımaya yeter iken, Ayoade tıpkı ilk filminde iki genç karakterine uyguladığını Hannah karakterine uygulamış ve ortaya kendine has bir estetik çıkarmış. Kurgunun müzikle beraber yükselmesiyle kitaptan bağımsız muazzam bir final oluşmuş

Sonuç olarak The Double, yine bir 19. yüzyıl Rus edebiyatı eserinden İngiliz uyarlaması olan Anna Karenina (2000 sonrası sinemaya baktığımda ilk aklıma gelen) gibi sinemanın ihtiyaç duyduğu özgün, biçimci ve yenilikçi uyarlamaların yanında kendine yer bulmayı başarıyor. (9/10)


1. Kardeşi Mihail’e yazdığı 1 Ekim 1859 tarihli mektupta Dostoyevski Golyadkin’in “toplumsal anlamı bakımından çok büyük bir tip” olduğunu söylüyor. Öteki için ise şöyle diyor: “Ne var ki bu öykü benim için tam bir başarısızlık oldu, oysa düşüncesi hayli parlaktı, edebiyat yaşamımda bu düşünceden daha ciddisini hiçbir zaman tasarlamamıştım. Ama öykünün biçimi çok başarısızdı.” (Bir Yazarın Günlüğü, Çev. Kayhan Yükseler, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2009, s. 1005.)
 
* Bu bölüm Victor Terras'ın Dostoyevski'yi Okumak isimli inceleme kitabından alıntılanmıştır.

28 Şubat 2015 Cumartesi

Whiplash (2014) - Eğitim Üzerine Bir Tez veya Acılı Mükemmelliyetçilik

Üniversitede girdiğim çoğu derste bir vasatlık hali hakim. Öğrencilerin çoğu bölümü sevdikleri için değil puanları tuttukları için gelmişler ve üniversiteden heveslerini aldıktan sonra üniversitenin sadece diploma ve iş kapısı olduğunu düşünüp dersleri umursamıyorlar. Öğrenciyi araştırmaya teşvik etmesi gereken öğretim görevlileri ise bu isteksizliği görüp derslerini monoton bir şekilde anlatıyorlar. Karşılıklı bir kabullenme durumu var. Amaç; bitirelim ve gidelim. Bitirelim ve gidelimin iki taraf tarafından da kabul edildiği, ders anlatımının formaliteye döndüğü bir sistemden çıkacak elemanların kalifiye olmasını beklemek aptallık olur. Bir derste hocaya soru sorulmaması veya sorulamaması öğretim sisteminin ne kadar verimsiz olduğunu görmek için yeterli. Karşılıklı tartışma ile, öğrenciyi de öğretmeni de derse ve konuya teşvik edecek yöntemin, yıllanmış sunumların duvara yansıtılıp okunmasından daha etkili olacağı bariz. Hâlihazırda var olan sistemde ise kendinizi bir konuda geliştirmenizin tek yolu kendi başınıza oturup bir şeyleri araştırıp öğrenmeniz. Bu merakınızı da sönümlendirecek sıkıntılarla karşılaşmassanız eğer kendinizi şanslı sayın.

Bu sarsıcı filmi seyrederken genel olarak mükemmeliyetçilik övgüsü hoşuma gitmişti. Sonradan fark ettim ki; öğretim sistemi özellikle Türkiye'deki üzerine rahatsız olduğum konulardaki nefretimin başkaları tarafından dolaylı yoldan da olsa işlenmesinden, ana karakter tarafından davullara ve zillere vuruldukça bu nefretimin dışarı atılmasından acayip bir haz duymuşum.


1985 doğumlu Amerikalı yönetmen Damien Chazellein ikinci uzun metraj filmi Whiplash, caz bateristi olma hayalleriyle yanıp tutuşan bir genci anlatımına alıyor. Kendisi de bir zamanlar aynı umutla müzik okuluna gitmiş yönetmenin filmini, yarı-otobiyografik olarak nitelendirmek mümkün. Film, ana karakterimiz Andrewnun tek başına bateri çalıştığı planla açılıyor. Kamera, Andrewya yaklaştıkça heyecanını ve azmini hissediyoruz fakat bu büyük bir sanatçı olması için yeterli olmasa gerek müzik eğitmeni ve orkestra şefi Fletcher devreye giriyor. Gerilimini, bu iki karakter arasındaki çatışmadan ve aralarındaki inişli-çıkışlı ilişkiden kuran film, mükemmeliyetçiliği konusuna alıyor.

Bir filmi değerlendirirken, filmin neyi anlattığından çok neyi nasıl anlattığına ve ne kadar başarılı anlattığına bakmak gerek. Filmin tezini nasıl sunduğundan başlayacak olursak, son zamanların en mükemmel kurgusunu izliyoruz. Özellikle Not quite my tempo!” repliğiyle şimdiden efsaneleşen uzun sekansta, kurgu da, Andrew'nun ayak uydurmaya çalıştığı tempoyla paralel olarak hızlanıyor. Öğretmen ve öğrenci arasındaki gerilim, iki oyuncunun üst düzey performansıyla beraber tavan yapıyor. Yüze odaklanan yakım çekimler yardımıyla da Andrew ile yakınlık kuruyor ve yediği tokatları suratımızda hissediyoruz. Böylece temayla biçim arasında son zamanların en çarpıcı uyumunu seyrediyoruz. İlerleyen sahnelerde Andrew ile beraber sinirleniyor, terliyor, nefes almaya çalışıyoruz. Fletcherın Andrew üzerinde uyguladığı yöntem, filmi izleyenleri ikiye bölecek kadar sertleşiyor, aşağılamalar fiziksel şiddete kadar varıyor.


Filme getirilen şiddet yanlısı, faşist hatta Nazist yorumlarına iyimser sayılabilecek bir yorum katacağım. Evet, Fletcher karakterinin Hitleri ya da Stalini akıllara getirdiği doğru. Fakat yönetmenin mesajı, iktidarı ve gücü temsil eden bu karaktere teslim olmayıp onunla savaşılması gerektiği. Hayatta gerçekten bir yere gelmek için hangi badireleri atlatmamız gerekebileceğini izliyoruz. Bu zorlu savaştan koparabileceklerimiz ise yanımıza kar kalıyor. Burada yönetmen Chazellenin de içinde bulunduğu Y Kuşağından bahsetmek lazım. Savaş ve yıkım görmemiş, günümüze kadar tembel ve ruhsuz olmakla suçlanan bu kuşak, dünya genelindeki son değişimlerle beraber övgülere boğulmakta bu sıralar. Yönetmen, film ile bu kuşağın içindeki potansiyeli gösteriyor. Filmin alakasız olarak çokça karşılaştırıldığı Rocky filminden bir replikle sesleniyor: Acı yok Rocky! Bir neslin kendini bir yere getirebilmesi  için daha önce hiç karşılaşmadığı acıların üstüne gitmesi, risk alması, cesur olması gerekiyor. Özetle; Öldürmeyen acı güçlendirir.” (Nietzsche, Dostoyevskiden esinle)


En başta örnek vererek açıklamaya çalıştığım, okullarda verilen öğretimi, hayata yayarak filmin tezi olan eğitim meselesine gelecek olursak, Andrew karakterinin çevresiyle ilişkisinde (aslında olmayan ilişki) görülebilecek kararlılık filmin mantığına uyum gösteriyor. Andrew, çalışma odasının duvarında asılı olan Buddy Richi, idolü olarak görüyor. Film, bazı diyaloglarda, azimle bir yerlere gelmiş efsanelere ve onların yaşam şekillerine saygı duruşunda bulunuyor.

Anonim bir sözle de sanat konusuna geçelim: %10 yetenek %90 çalışma. Daha doğru bir ifadeyle sanatın, zanaat kısmını işliyor film. Fletcherın başta Andrewyu keşfetmesiyle (bunun bir keşif olduğunu sonradan anlıyoruz) ilham veya yetenek kısmı basit de olsa hızlıca geçiliyor.

İki dünya savaşı sonrası Avrupada oluşan yalancı demokrasi ve hümanizm, ekonomik olarak neo-liberalizm ile dünyanın her yerine yayılarak bir refah illüzyonu oluşturdu. Bu yanılsama yanında tüketim çılgınlığını ve popüler kültürü getirdi. Bu değişimin ortasına doğan kuşak ise duruma ayak uydurmaktan başka bir şey yapamadı. Film, bu kuşağın isyanı ve aynı zamanda bir konformizm eleştirisi.


Filmi beğenmeyenlerin ısrarla savunduğu müzik böyle bir şey değil argümanına, filmi beğenenlerin bu filmin teması müzik ya da müziğin nasıl olması gerektiği değil cevabıyla karşılık vererek edebiyattan bahsedeceğim. Dostoyevskinin yazma serüveninde karşılaştığı zorlukları herhangi bir kitabının (bkz: İletişim Yayınları) ilk sayfalarındaki yaşam özetinden öğrenebilirsiniz kolaylıkla. Daha da genişletip çağdaş edebiyata ve sanata bakacak olursak, popüler kültürün, sanatı hangi noktaya getirdiği ortada. 90 sonrasının best-seller edebiyatı, insanların kafasını öyle bir karıştırıyor ki nitelikli olmayan okur neyin gerçek edebiyat neyin paçavra olduğunu kestiremiyor. Çok okunan ve ağızdan ağıza dolaşan yazarlar kazanıyor, edebiyat değil. Hakikaten geçmişinde iyi romanlar yazmış edebiyatçılar bile bu tuzağa düşebiliyor. Modern yaşamın yarattığı ruhsuzluktan sıyrılıp kendimizi nasıl gerçekleştirebiliriz? Bu durumda yazma eylemini bir hobi olarak gören yazarlara değil hayatta kalabilmek için yazan, edebiyatla yatıp edebiyatla kalkan yazarlara ihtiyacımız var. Sait Faik’in bir öyküsünün son cümlesi bir kez daha anlam buluyor: Yazmasam deli olacaktım.

Ortaya atılan fikri beğenmeyebilirsiniz tabii. Bu, yönetmenin, tezini, dozajını kademeli olarak yükselterek, altını doldurarak başarılı bir şekilde sunduğu gerçeğini değiştirmiyor.


Epilogla ilgili yorumlara katılıyorum. Böyle bir filmin bu sonla bitmemesi gerekirdi. Fletcherın, Andrewnun son atağı sonrası değişen mimikleri ve tatmin olması, filmin ruhuna aykırı olmuş. Fletcherin da kazanan taraf olduğu, amacına ulaştığı anlatılmak istenmiş. Yine de filmin kendi sunduğu mantık gereği, iki karakter arasındaki çatışmanın bitmemesi, devam etmesi gerekiyordu. Fakat yönetmen çoğunluğun kaygılarını düşünerek bir son yazmış sanırım.

Film, Andrewnun, çalacakları şarkıdan haberi olmadığı için eline yüzüne bulaştırdığı ve ışığın hem Andrewya hem biz seyircilere vurduğu planla bitmeliydi (burada yaşadığım katharsisi sanırım başka bir filmde yaşamadım). Böylece film, mesajını en etkili biçimde iletmiş olurdu. (8/10)

19 Şubat 2015 Perşembe

Nebraska (2013) - Bir Amaç Olarak Yol

Sideways  ve The Descendants filmleriyle uyarlama senaryo dalında 2 kez Oscara ulaşan 2000lerin en başarılı Amerikan bağımsız yönetmenlerinden Alexander Payne, son filmi Nebraskada bu kez sadece yönetmen koltuğunda oturuyor. Baba-oğul hikayesi olarak başlayıp eksenini dramatik bir aileye ve kasabaya çeviren senaryo, yol hikayesi formülünü takip etse de Payne'in çabasıyla türe çok şey katıyor. Gücünü naifliğinden alan, temaya uygun siyah-beyaz tercihiyle de benzerlerinden bir adım öne çıkan filmi, yönetmenin ─şimdilikbaşyapıtı olarak nitelemek yanlış olmaz.


Filmin ana karakteri Woody Grant, emeklilikten sıkılmış kendine bir meşgale arayan huysuz bir ihtiyardır. Kendisine gönderilen sahte piyango biletinden kazandığına inandığı 1 milyon dolar kafasını meşgul etmektedir. Film, Woody'nin ikramiyeyi almak için Lincoln, Nebraskaya  yürüyerek gitmeye çalıştığı görüntüyle açılıyor. Başkasını inandıramadığı ve ehliyeti olmadığı için bu yolu seçiyor. Abisine göre daha hassas olan küçük oğlu David, babasının şehirden sıkıldığını anlayıp onu Nebraskaya götürmeyi kabul ediyor. Onun şu sözleri filmin ve Woody karakterinin özeti: Adama bir yaşama amacı gerek. Bütün mesele bu.


Baba-oğul, Davidin şoförlüğünde Nebraska yolculuğuna başlıyorlar. Woodynin geceyi geçirdikleri otelde düşüp kafasını yarması planlarını bozuyor ve hafta sonluğuna memleketlerine, baba yurduna uğrama kararı alıyorlar. Hawthorne isimli kasabaya Kate (anne) ve büyük oğul Rossun da gelmesiyle aile tamamlanmış oluyor: Gençliğini ve yetişkinliğini içki içerek harcamış Ross'a göre sorumsuz─ baba, evdeki alkolik adamla uğraşmaktan hafif kafayı çizmiş çenesi düşük anne, başarılı sayılacak bir kariyeri olan fakat mutsuz ağabey ve ikinci esas karakterimiz, işinde, sosyal ilişkilerinde, genel anlamda hayatta başarısız kardeş.

Filmin kasabada geçen kısımları, konunun derinleşmesi ve ailenin bir araya gelmesi açısından önemli. Woodynin içinde ukte kalmış belli ki kasabada yaşadığı veya yaşamadığı şeyler. Piyango ödülü bir fantezi nesnesi ve kasabanın buna inanması ─aslında onlar da bir heyecan arıyorlar─ sonucu kısa bir süreliğine de olsa kahraman oluyor. İşin ucundaki para ise eş-dost-akraba arasında küçük hesapların ortaya çıkmasına sebep oluyor. Küresel bir portre izliyoruz; küçük resimde bir aileyi büyük resimde de akraba çevresi ve kasabayı. Şehirlerden önceki yerleşim yerlerimiz olan kasaba veya köyleri hüzünle anıyoruz. Kasaba insanı sıkıntıdan ne yapacağını şaşırmış. Woody’ye az da olsa hak veriyoruz böylece; içki içmekten başka yapacak bir şeyin olmadığı bir yer. Bu hüzünlü kasabada eski defterler açıldıkça, filmin gözlemci karakteri David babasına yakınlık duyuyor. Eski sevgilisinin ve Katein kendisi için verdiği mücadele, Kore gazisi olduğu, arkadaşı engellememiş olsa David doğmadan önce Kate ile boşanacağı gibi Woody hakkındaki bilgiler, donuk ve umarsız ihtiyarı az da olsa anlamamıza onunla empati kurabilmemize yardımcı oluyor. Film, ayrıntılarıyla zenginleşiyor ama bütünlüğünü kaybetmiyor. Kafamızda hala Nebraska var.


Bruce Dern o kadar iyi rol yapmış ki, hayatının rolünü oynamış desem abartmış olmam. Maalesef bu performansıyla Oscar ödülüne layık görülmedi. En azından Cannes Film Festivalinde en iyi aktör ödülünü alması sevindirici. Aslında filmde kötü oynayan oyuncu yok. Halihazırda filmi tek başına sırtlayacak bir karakter varken yan karakterler, filme ayrı bir renk katmış. Senarist Bob Nelsonın başarısı da burada, bu detaylarda. Kasaba halkı, bir kaç replik sunan oyuncular bile filmin gerçekçiliğini bozmamış. Filmdeki performansıyla Oscarda yabancı kadın oyuncu adaylığı alan June Squibb de Kate karakteriyle harikalar yaratmış ve filmin komedi yükünü neredeyse tek başına taşımış. Öyle ki beklemediğiniz sahnelerde Katein repliklerine gülmekten filmin dram olduğunu unutabilirsiniz. Burada Will Forte ve Bob Odenkirk isimlerini anmazsak haksızlık etmiş oluruz. Sade oyunculuklarıyla filmi kotarmışlar.

Filmin bir başka artısı da müzikleri. Gelecekte, belki de, filmin ruhuna büyük katkı sağlayan Mark Ortonın besteleriyle hatırlayacağız bu güzel filmi. (9/10)

3 Ocak 2015 Cumartesi

The Selfish Giant (2013) - Endüstri Grisi

Çevre felaketi’ yok. Felaket çevrenin kendisi. Çevre, her şeyini kaybetmiş insana kalan tek şey. Onların, yani mahallelerde, sokakta, vadide, savaş bölgesinde veya bir atölyede yaşayanların bir ‘çevre’si yoktur. Çeşitli varlıklarla, tehlikelerle, arkadaşlarla, düşmanlarla, hayat ve ölümle, her türden varoluş biçimiyle dolu bir dünyada yaşamaya devam ederler. Böyle bir dünya, bizi eşya ve mekânla bütünleştiren bağların yoğunluğu ve niteliğine göre farklılaşan bir öze sahiptir. Bir tek bizler, yani son mülksüzleştirmenin çocukları, ahir zaman sürgünleriyiz. Beton yığınları içinde dünyaya gelmiş, meyvelerini süpermarketlerden satın alıp televizyonlardan dünyanın yansımasını seyreden bir tek bizlerin çevresi var. Sanki basit bir dekor değişimiymişçesine, felaketin iyice ilerlemesi karşısında infiale kapılıp sabırla ansiklopedisini oluşturan ve de kendi imhasına tanıklık eden de bir tek biziz.

Muhtemelen bugünün metropolü dışında, hiçbir maddi habitat ‘çevre’ diye adlandırılmayı bu kadar hak etmemiştir. Duyuru yapan dijital sesler, 21. yüzyılın uğultusuyla geçen tramvaylar, dev birer kibrit çöpü gibi görünen mavimtırak sokak lambaları, tutunamamış mankenler gibi süslenmiş yayalar, güvenlik kameralarının sessiz sedasız dönüşleri, metro turnikelerinden çıkan belirgin sesler, süpermarket kasaları, işyeri puantörleri, internet kafelerin elektronik ortamı, plazma ekranların bolluğu, transit yollar ve lateks. Hiçbir dekor baştan sona bu kadar ruhsuz olmayı başaramamıştır. Hiçbir ortam daha otomatik olmamıştır. Hiçbir bağlam bu kadar duygusuz olmamış ve yaşamımızı devam ettirmenin karşılığında aynı ölçüde duygusuz olmamızı talep etmemişti. Sonuç olarak çevre dünyayla kurulan, metropole uygun düşen, bir ilişkiden başka bir şey değildir. Kendisinden kaçan her şeyde izini bırakır.*


The Arbor isimli belgesel ile ismini duyuran İngiliz yönetmen Clio Barnard’ın ilk uzun metraj filmi Bencil Dev son zamanların en önemli taşlaması ve maalesef en acı yapımı. Teması, karakterleri ve olay örgüsü ile Ken Loachun başyapıtı Kerkenez’i hatırlatan film, İngiliz toplumcu gerçekçiliği geleneğini takip ediyor. İki çocuk karakterinden yola çıkarak kayıp bir nesli anlatımına alan kadın yönetmen, ciddi bir toplum ve sistem eleştirisi sunuyor.

Biri aşırı aktif (hatta hiperaktif olsa gerek ilaç kullanmak zorunda bırakılıyor!) ve girişgen, diğeri ise aşırı pasif ve saf iki baş karakterimizin isimleri Arbor ve Swifty. Okullarında ve çevrelerinde, farklı oldukları için dışlanan bu iki çocuk aralarında güzel bir dostluk kuruyorlar. Bir kavga sebebiyle Arborın okuldan atılması, Swifty’nin ise bir süreliğine uzaklaştırılması sonucunda mekanlarını değiştirmek zorunda kalıyorlar. Temel eleştiriyi oluşturmasa da burada küçük bir eğitim sistemi eleştirisi var. Sistem çözümleyici, uzlaşmacı bir tavır yerine kolaycı bir pratikle içerideki çürükleri dışlamayı seçiyor. İnsana, eşya muamelesini uygun görüyor.




Mekanları değiştirilen çocukların yeni oyun alanı, sanayi çöplüğüne dönüşmüş kasaba ve nükleer enerji santralinin işgal ettiği kırsal oluyor. Biraz vakit geçirme bahanesiyle biraz da para kazanma isteklerinden hurdacılık yapmaya başlıyorlar. Çöplüklerden topladıkları metalleri, oradan buradan çaldıkları kabloları Kitten adındaki hurdacılar kralına satıyorlar. Bu “benciladam da çocukları istismar etmekte bir sakınca görmüyor. İnsan insanın kurdudur lafı bir kez daha anlam kazanıyor ve kaçınılmaz sonlar adeta göstere göstere geliyor.

Ajitasyona müsait konu, yönetmenin müzik kullanmama tercihiyle olması gerektiği gibi yalın anlatılıyor. Acı, kasabanın sessizliğinde ve kasvetinde kayboluyor. Görüntüler Pu-239 filmini getirdi aklıma. Aslında kıyamet öncesi bir atmosfer çizse de film, bölgenin, kıyamet sonrasından çok da farkı yok kasaba halkı için. Zaten çoktan ölmüş ─yaşamları sınırlanmış─ insanlar, asıl büyük felaketi sessizce bekliyorlar.


Filmin çoğunluğunda karşımıza çıkan atlar da, yine insanlar yüzünden yaşamları işkenceye dönen çocuklarla aynı nesne haline geliyor. Ailesinin, okulun, büyük resimde sistemin kendisini suça ve ölüme ittiği, insanlardan umudunu kesen Arbor'ın epilogda atı tımar ederkenki hali bu tezi destekliyor.

Filmin ─isminden anlaşılacağı üzere─ esinlendiği Oscar Wildeın The Selfish Giant öyküsüne gelecek olursak; öyküde, bahçesinde çocukların oynamasına izin vermediği için kışın eksik olmadığı, hatasını geç fark eden bencil dev, filmde, sadece çocukların oyun alanını değil yaşam alanını da işgal eden daha bencil ve daha devasa bir deve dönüşüyor. Devi, ister dev soğutma kuleleri, dev elektrik direkleri ve kablolar kabul edin, isterseniz Kitten karakterinde vücut bulan bir insan; ismi, büyük resimde bütün küreyi işgal eden kapitalizmdir. Biz, kaderi muktedirler tarafından çoktan çizilen kasabayı ve bu çöplükten para kazanmaya çalışan kasaba halkını izlerken dev canavar, bütün dünyayı sömürmeye devam ediyor. Çocuklar, baharı geri getirebilecek mi? (8/10)


*Yaklaşan İsyan s. 54-55
   Görünmez Komite 

1. Geleneksel Tunç Kozalak Ödülleri

Selamlar! Yine film görmekten sıkıldığım, 2019 filmlerini eritmeye çalışırken işkence çektiğim, Twitter'da her gün başka film övülürken...