26 Aralık 2013 Perşembe

The Thin Red Line (1998) - Savaşın Doğası ve Tanrı'nın Farklı Yüzleri

Doğa, kendi içinde sürekli savaşım halindedir. İnsanın bunu durdurmasına imkan yoktur. Bu doğal bir döngüdür ve hayatın devamlılığı için önemli bir kanundur. Çünkü yaşam dünyanın şartlarına göre doğadan gelişmiştir. İnsanların yaptığı katliamlarla, doğanın doğal savaşı aynı kefeye konamaz.  Eğer doğadan ve hayvanlardan üstün görüyorsa kendini, doğayla barışıp en azından kendi arasındaki savaşı durdurabilmelidir insanoğlu. Aksi takdirde çevreye verdiği zararların uzun soluklu geri dönüşü felaketlere sebep olacaktır.


Terrence Malick'in başyapıtı olan İnce Kırmızı Hat, doğa, savaş, aşk gibi genel konuları, insanın dünya üzerindeki yerini ve insanın bütün bunlar arasında en değersiz varlık olduğunu başarılı bir şekilde işleyen bir yapım. İnsanın doğa ile ilişkisi filmin temel konularından biri. Yönetmenin ilk filmi Badlands'de de benzer bir tema vardır. Sistemden ve toplumdan kaçıp doğada kendi benlikleriyle yaşamaya çalışan iki genç insanın, yine sistem tarafından yakalanıp eski hayatlarına mahkum bırakılmaları anlatılıyordur. Malick'in başyapıtı öncesi verdiği 20 yıllık ara, filmlerinde anlatmak istediklerinin aynı zamanda kendi düşünceleri de olduğunu gösteriyor olabilir. Yine bu filmde de Er Witt karakteriyle bu fikirlerini ortaya koymaya devam ediyor. Ana karakterlerimizden biri olan Witt bir asker kaçağı. Film Witt ve arkadaşının cennet benzeri bir sahilde yaşadıkları güzel anılarla başlıyor. Daha sonra Çavuş Welsh ile Witt arasında filmin ana eksenlerinden birini oluşturan çatışmayı gösteren bir konuşma gerçekleşiyor. Aralarında ince bir çizgi var; gerçekçi ve görevine sadık Welsh ile iç sesinde sürekli varoluşçu sorular soran hayalperest Witt arasındaki konuşmanın kısa bir bölümü:

Welsh: Bu dünyada bir adam, tek başına, bir hiçtir. Ve bundan başka dünya da yok.
Witt: Yanlışın var. Ben başka bir dünya gördüm. Bazen sanırım sadece benim... hayal gücümdü.
Welsh: Göremeyeceğim şeyler görmüşsün.


Daha çatışmalar başlamadan, düşmanın yüzü bile görülmeden, adaya yaklaşan askerlerin hissettiği korkuyu görüyoruz. Sonrasında ise adaya ayak basan askerlerin hem Japonlarla hem de doğayla savaşı başlıyor. Filmin zirveye ulaştığı nokta ise önemli bir tepenin alınması için emir veren Yarbay Tall ile Yüzbaşı Staros arasındaki telsiz konuşması. Askerlerini kaybetmek istemeyen yüzbaşı, yarbayın verdiği emri reddediyor ve üstüne karşı geliyor. Vicdan ile onur arasındaki ince kırmızı çizgiyi ve karakterler arasındaki çatışmayı anlatan bu muhteşem sahnede özellikle Nick Nolte'un oyunculuğu dikkat çekiyor.


Japonlarla göğüs göğüse çarpışılan ve kazanan belli olduktan sonra askerlerin karşılıklı çıldırdığı bir sahnede, yönetmen dış dünya sesini kısmayı ve film boyunca sık sık kullandığı karakter iç sesi yardımıyla şunları sorgulamayı tercih ediyor:

"Bu büyük şeytan. nereden geliyor? Nasıl dünyaya süzülüyor? Hangi tohumdan hangi kökten büyüyor? Kim yapıyor bunu? Kim öldürüyor bizi? Hayatı ve ışığı bizden çalıyor. Bilmeyeceğimiz bir yerden bizimle alay ediyor. Mahvolmamız dünyanın iyiliğine mi? Çimlerin büyümesine, güneşin parlamasına yardımcı mı? Bu karanlık senin de içinde mi? Bu geceden geçti mi?"

Savaş ile arasında ince kırmızı çizgi bulunan olgu ise aşk. Yönetmen, aşkı, film boyunca aralara serpiştirdiği geri dönüşlerle, Er Bell ve eşinin beraber geçirdikleri güzel anılarla anlatmaya çalışıyor:

"Aşk. Nereden geliyor? İçimizdeki bu alevi kim yakıyor? O'nu hiçbir savaş dışarı çıkaramıyor, fethedemiyor. Mahkumdum. Sen özgür bıraktın."


Ölüm ile yaşam arasındaki ince kırmızı çizgiyi, şans eseri ölen veya şans eseri yaşamına devam eden askerler vasıtasıyla film boyunca görüyoruz. Filmin sonlarına doğru ise yeni gömülenlerin yanlarından geçen askerlerin bakışları çoğu şeyi özetliyor. Yine cevapsız sorular:

"Devam et! Hadi, hadi. Kimin yaşayacağına kim karar veriyor? Kimin öleceğine kim karar veriyor? Hepsi boşuna! Bakın bana! Tam burada ayağa kalktım ve tek mermi yok. Bir atış yok. Niye? Neden hepsi ölmek zorundaydı? Burada dikilirim, tam burada ve bana hiçbir şey olmaz."


Filmin başında yerlilerle iyi anlaşan Witt'in, filmin sonunda istemeden geçirdiği değişim sonucu yerlilere yaklaşamaması; savaşın sonsuz yıkıcılığı... Bir hiç uğruna, sevdiği kadından olan Bell'in gözyaşları...

Yönetmen Malick'in Tanrı ile yaşadığı iç hesaplaşmasının eskiye dayandığını görüyoruz. The Tree of Life'de tavana çıkan sorular ve sorgulamalar bu filmde de önemli bir yer kaplıyor. Bu birbirinden tamamen zıt olguların ve çelişkilerin nedenini Tanrı'da buluyor Malick. Savaş da içimizde aşk da. Ve bu çelişkilerin toplamı ve hepimizin bileşkesi ise Tanrı. Bir nevi vahdet-i vücud. Witt'in iç sesinden duyduğumuz şu cümle, yönetmenin o zaman için vardığı sonuç:

"Belki de tüm insanların bir tek ruhu var, paylaştığı. Aynı adamın bütün yüzleri. Bir büyük kişilik." (10/10)

4 Aralık 2013 Çarşamba

Apocalypse Now (1979) - İçimizdeki Dehşet ve Ortaya Çıkışı

Yolculuk temasına, karakterin yolculuğun sonunda kendini keşfetmesine, aradığı şeyin aslında kendisi olduğunu fark etmesine doğu klasik edebiyatından alışığız. "Mantıku't-Tayr" ve "Hüsn ü Aşk" bu konuda ilk akla gelen önemli eserler. Her ne kadar yönetmen Francis Ford Coppola'nın, doğu, doğa ve mistisizm gibi kavramlarla pek alakası olmasa da, filmin uyarlandığı Heart of Darkness romanının göz önünde bulundurulmasını, bu sebepten de filme antimilitarist yönünden çok tasavvufi bir yolculuk olarak bakılması gerektiğini düşünüyorum.

The Doors'un saykodelik şarkısı The End eşliğinde, Yüzbaşı Willard bir otel odasında dinlenirken başlar film. Tavandaki pervanenin dönüşü ile helikopter pervanesinin dönüşü birbirine karışır ve film daha başlangıcında, bizi neyin beklediğini anlatma hevesindedir.


Ana karakterimiz Willard 1 haftadır dinlenmektedir. Karısından boşanmıştır. Savaşa ve savaşmaya o kadar alışmıştır ki ormanı (Vietnam) özlediğini söyler. Savaşın insan psikolojisinde açtığı derin yarayı gösteren bir sahnenin ardından Willard 2 asker eşliğinde otelden ayrılır. Gittiği yerde Willard'a gizli bir görev verilir. Yüzbaşının görevi, askerlikte giderek yükselen fakat savaş ilerledikçe kendi kurallarıyla oynadığı için komutanlarını memnun etmeyen ve insanlıktan çıkarak Kamboçya'da kendi kolonisini kurup savaşan iki tarafa da korku saçan Albay Kurtz'ü bulup, öldürmektir. Ona görevi anlatan komutanlarının yüz ifadelerinden görevin zorluğunu ve Willard'ı nasıl bir adamın beklediğini anlarız.

Nehirdeki bu yolculuk sırasında aradığı kişiyi, askeri belgelerden, fotoğraflarından ve oğluna yazdığı mektuptan tanımaya çalışır. Başlarda kafasındaki "ne gördü de acaba bu hale geldi?" düşüncesi, kendisinin de yolda karşılaştığı olaylar neticesinde değişir. Onu daha çok anladıkça ona hayranlık duyar. Kurtz kolay bir şekilde general olacağını bile bile bundan vazgeçmiştir ve kendi özgürlüğü için Yeşil Bereliler'e katılmıştır. Willard'ın hisleri, görevi alırken şaşkınlık ve korku iken yolun sonuna doğru bu hisler yerini meraka ve arzuya bırakır.


Saldırı ortasında sörf yapmak isteyen ve sabahları napalm kokusuyla uyanmaktan hoşlanan albay, delilik sınırındaki komutansız askeri grup, yaralı taşıyan helikoptere bomba atan Vietnamlı genç kız... Ve yaptıkları saçma hareketlerle ve nerede olduklarının farkında olmayışları ile ortalama Amerikan gençliğini, Amerikalıların dünyayla ne kadar alakasız yaşadığını tasvir eden genç askerler...
 
Kurtz'ün kolonisine girdikleri sahne, yerlilerin yavaş yavaş yolu açmaları... Sinema tarihinin unutulmazları arasına girmeyi hak eden, büyüleyici bir sahne. Amerikalı fotoğrafçı, Kurtz'den adeta bir peygamber bir derviş gibi bahseder. Kabiledeki diğer insanların yüzlerinden, ona Tanrı'ya tapar gibi taptıklarını anlarız. Willard sonunda ulaşır Kurtz'e. Kurtz onu karanlık bir ortamda, mistik bir şekilde karşılar. Özgürlükten bahseder, başkalarının yargılarından arınmış özgürlükten. Ben burada özgürüm, sen ise hala birilerinden emir alıyorsun demeye getirir. Albayların, generallerin koyduğu ahlaki kuralları reddettiğini söyler. İlginçtir ki savaşın kendisi ahlaksız bir olgu olduğu halde, insanlar savaşı bile kurallarına göre oynayıp, ahlaklı hale getirmeye çalışmışlardır.


Willard dönüşümünü tamamlar. Aslında bu bir dönüşüm değildir. Her insanın içinde bulunan kötülüğün ortaya çıkmasıdır. Aslında doğanın bir parçasıdır bu kötülük. Kurtz'ün kolonisindeki yerlilerin de pagan kültürüyle yaşadıklarını görürüz zaten.

Kurtz'ün gerçekleri görüp, yöntemini değiştirmesine gelirsek; (yine yaşadıkları çevre ve alışkanlıkları sebebiyle) Vietnamlıların savaşa daha dayanıklı olduklarını farkeder. Psikolojik olarak Amerikalılardan daha güçlüdürler. Çünkü içgüdüleriyle hareket etmeye alışkındırlar ve hiçbir duygu değişimi göstermeden, hiçbir yargılama yöntemine gitmeden kolayca adam öldürebilirler.

Willard, albaydan çok da farklı olmadığının ayırdındadır. İkisinin de tecrübe ettikleri savaşın gerçek yüzü onları aynı noktaya getirmiştir. Yine de görev bilinciyle albayı öldürür ve kısa bir süreliğine albayın yerine geçer. Kabile çoktandır yeni bir lidere ihtiyaç duyuyordur zaten. Kabilenin dışında ormanın da Kurtz'ün ölümünü istediğini Willard'ın ağzından öğreniriz. Sonuç olarak savaşın kazananı yoktur, amaçsız yere ölen insanlar, geri döndürülemez bir şekilde bozulan psikolojiler ve doğanın her şeye rağmen kendi döngüsüne devam ettiği gerçeği vardır.

"It's impossible for words to describe what is necessary to those who do not know what horror means." (9/10)

                           
                                                 "The horror... The horror..."

1. Geleneksel Tunç Kozalak Ödülleri

Selamlar! Yine film görmekten sıkıldığım, 2019 filmlerini eritmeye çalışırken işkence çektiğim, Twitter'da her gün başka film övülürken...