20 Ekim 2014 Pazartesi

Boyhood (2014) - Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

İnsanoğlu binlerce yıldır gökyüzüne bakıyor. Merakla ve hayretle. Düşünüyor ve soruyor. Descartes'ın "düşündüğünün üstüne düşünebilen insan" veya bir başka ifadeyle "farkındalığının farkında olan insan" olarak tanımladığı homo sapiens sapiens, günümüzden yaklaşık on bin yıl önce bilgisi sadece taşları alet olarak kullanmaya yetecek kadarken de, 17. yüzyılın sonlarında dünyanın yuvarlak olduğu çoğunluk tarafından kabul gördüğünde de sormuş: Ne? Kim? Neden? Nasıl? Bilginin, bilimin, teknolojinin hızına yetişemediğimiz, içinde bulunduğumuz asırda dahi benzer sorular güncelliğini koruyor. Tabii önce günlük kaygılarımızdan sıyrılmamız gerekiyor. Ardından, geriye kalan kısa zamanlarda, evrenin genişliği içindeki varlığımızı sorguluyoruz: "Tamam biz neyse de... Peki ben?"


Before Sunrise ile başlayan Before üçlemesi ve varoluş, yaşam, rüya gibi konularda kendisi gibi bizlerin de kafa yormamızı istediği için çektiği bariz Waking Life ile tanıdığım Richard Linklater'ın son filmi uzun süredir merakla bekleniyordu. Yönetmenin oyuncular ve karakterle ilgili yenilikçi fikri sebebiyle 2001'de çekmeye başladığı "Çocukluk", bir çocuğun 5 yaşından başlayarak 12 yıllık dönemini düz bir kurguyla, sade bir şekilde, biçimsel kaygılar duymadan anlatıyor. Before serisinde uzun diyaloglardan oluşan plan sekansların sayısı daha az bu filmde. Plan sekansların yarattığı gerçekçi etkiyi bu kez başka yöntemlerle vermeye çalışmış Linklater. Oyuncuların filmle beraber büyümesinin yanı sıra samimi diyaloglar, inişlerin, çıkışların yanında sıradan kısımların da seyirciden saklanmadan sunulması, eskilerden kalma bir aile videosunu izlediğimizdeki yaşanmışlığı barındırıyor. Tıpkı kendi çocukluğumuzu anımsadığımız gibi Mason'ın çocukluk anıları da parça parça kalıyor aklımızda.

Film aynı zamanda "öteki"nin oluşum sürecini işliyor. Anne ve babasının birbirlerinden ayrı yaşamaları, üvey babalarıyla arasındaki ilişki, aile içerisinde şiddete kadar giden tartışmalar, kendisi için yıkıcı bir sonuç doğurmasa da "normal" çocuklardan ayrı bir gelişim izliyor Mason. Bunu çok fazla dışarı yansıtmıyor. Linklater'in sabit, filmin duygu olarak yükselen kısımlarında dahi gerilimi hissettirmeyen kamerası Mason'ın hayata karşı umursamazlığını gösteriyor bize. Filmin senaryosuna ve yönetmenine getirilen eleştirilerin sebeplerinden biri de bu sanırım. Seyirci yıkım, acı, dram beklerken Mason özellikle büyüdükçe her olaydan sonra soğukkanlılığını korumayı başarıyor. Örneğin; lisede, kız arkadaşından ayrılığında küçük bir hayal kırıklığı yaşasa da hissettiği acıyı içinde saklıyor. Babası ile bu ilişki üzerine yaptığı değerlendirme sonucunda kabul ettiği, babasının deyişiyle "gösteriş meraklısı ve boş" erkeklerden olmayışı, onun çoğunluktan farklı olduğunu ilk defa net bir şekilde görmemizi sağlıyor. Yönetmen, film boyunca olduğu gibi burada da dramatizasyon yolunu seçmemiş.


Karanlık odada öğretmeniyle girdiği uzun diyalog filmin kilit noktası. Hocası, Mason'a kim olmak istediğini, ne yapmak istediğini soruyor. Mason, "Fotoğraf çekmek istiyorum. Sanat yapmak." şeklinde cevaplıyor hocasının sorusunu. Bu açıdan "öteki"nin sanatçıyı nasıl oluşturduğunu anlatan bir film olarak da bakabiliriz.

Filmi izlemeden, isminden yola çıkarak Freud'un psikanaliz kuramıyla ilerleyecek bir tema bekledim. İyi ki de yanılmışım. Yönetmenin bu basit ve sık işlenen yola başvurmamış olması sevindirici. Film, 20. yüzyılın batı felsefesini köklerinden sarsan varoluşçuluk üstüne kurulmuş tamamen. Filmin sonu bunun kanıtı. Filme, sondan geriye doğru baktığımızda, film süresince yalın bir anlatımla Mason'ın varlığının dünyada veya çevresinde bıraktığı izi seyretmiş olduğumuzu anlıyoruz. Başrollerden Ethan Hawke'un "Tolstoyvari bir film" nitelemesi bundan kaynaklanıyor olabilir.

Bir büyüme hikayesinden çok çocukluğu oluşturan 12 yıllık sürenin kişiyi değiştirmediği, kişinin kendisini tanıması için bir fırsat olduğu ve 12 yılda anlaşılan bu gerçeğin geleceğimizi şekillendirmesi gerektiği anlatılıyor. Bu buluş sırasında geçen zamanın sonsuza veya sıfıra yakınlığı anlatılmaya çalışılan belki de. 5 yaşındaki içine kapanık sessiz çocukla 17 yaşında varoluşunun farkına vardığı halde bunu sakin ve olgunlukla karşılayan (sadece hafifçe gülümsüyor) genç arasında görüntü dışında neredeyse hiçbir değişiklik yok.

İki an var; biri filmin başında, diğeri sonunda. Mason, üniversitenin birinci gününde, yeni arkadaşlarıyla çıktığı gezintiyle beraber varoluşunu ilk defa yoğun bir şekilde hissediyor. Bu sırada tanışma fırsatı bulduğu kadınla evren hakkında konuşuyor. Ortak bir noktaya vardıklarında duyduğu keşif anı, filmin açılışında gökyüzüne baktığı anla birleşiyor. Bir artı bir iki değil, bir yapıyor. (8/10)

29 Ocak 2014 Çarşamba

Inside Llewyn Davis (2013) - Bir Tutunamayanın Sonsuz Döngüsü

Filmde folk şarkılarını nitelemek için kullanılan ifadeyle, "hiçbir zaman yeni olmayan, hiç de eskimeyen" filmlerin yönetmen(ler)i Coen Biraderler, esas başarılarını No Country for Old Men ile elde etseler de benim için en iyi filmleri hala Fargo'dur. Kendilerine has biçimin en net görüldüğü ve hedefi onikiden vurdukları tek filmdir belki de. Taze filmleri "Sen Şarkılarını Söyle", Fargo'dan 17 yıl sonra benzer bir his bırakmayı başarıyor bünyede.


Filmin hikayesi çok basit aslında; hayatın her alanında sürekli kaybeden, müzik piyasasında bir türlü istediği çıkışı yapamayan bir folk şarkıcısının, hayal kırıklıklarıyla dolu kısa bir dönemi. Coen'lerin numarası ise detaylarda. Benzer bir müzisyen hikayesi olan Crazy Heart ile karşılaştırırsak; iki film arasındaki kalite farkını ve basit bir senaryonun ayrıntılarla nasıl zenginleştirilebileceğini görmüş oluruz.

Dönem atmosferi yaratma konusunda usta yönetmen ikilisi, bu kez bizleri 1961 yılı New York'una, folk müziğin gelişmesinde büyük öneme sahip bir bölge olan Greenwich Village'ye götürüyor. Filmin ismi Inside Dave Von Ronk albümünden, film de bu vasıtayla Dave Von Ronk isimli folk şarkıcısından esinleniyor. Karanlık ve izbe barlarda ara sıra sahne alan Llewyn Davis, hayatını müziğe adadığı halde hak ettiği tepkileri alamıyor, bir türlü istediği yükselişi gerçekleştiremiyor. Beraber müzik yaptığı partnerinin intiharı onu derinden yaralamış. Artık yola tek başına devam etmek zorunda. İntihar eden partneri hakkında fazla bir bilgimiz olmamasına rağmen, film boyunca fazla değişmeyen ruh halini yol arkadaşının trajik ölümüne bağlıyoruz. Film ilerledikçe ise öğreniyoruz ki başarısızlıklarının kaynağı, biraz da kendi hataları; kibirli ve sorumsuz yapısı. Fakat yönetmen tercihi (kaybeden hikayeleri anlatmayı ve onların tarafını tutmayı seviyorlar) sebebiyle, Davis'e duyduğumuz sempati bir an olsun azalmıyor.


Varoluşçuluğu savunan Davis'in hayatındaki tek amaç; müzik yapmak. İyi müzik yapmak değil belki de; sadece yapmak. Beğenilme gibi bir derdi, yüksek bir kariyer hedefi yok aslında. Sadece standart bir yaşam sürebilecek (en azından kendi evinde uyuyabilecek, kış aylarında giyebilmek için bir palto alabilecek vs.) kadar paraya sahip olmak için yükselmek istiyor. O kadar ki ablasının ve diğer aile bireylerinin yaşamadığını iddia ediyor. Ona göre, sadece aç kalmamak (modern dünyamızda para kazanmak) için yaşayanlar ölüden farksız. Gerçek anlamıyla yaşamak için yüce şeyler üretmek gerektiğine inanıyor. Ürünün yüceliği değil önemli olan; üretmenin kendisi zaten yüce.

Başarısız müzik kariyerinin dışında, fazla arkadaşının olmaması, sosyal çevresinde kimseyle iyi anlaşamaması, aşk hayatındaki başarısızlıkları, ailesi ile arasındaki zayıf bağ; bunlar normal bir insanın kaldıramayacağı ağırlıkta aslında. Coen'ler usulü kara mizah, bu ağırlığı hafifletiyor. Üstteki ince mizah tabakası, derinlerdeki dramı görmemizi engelliyor. Trajikomik olaylar zinciri, seyirciyi filme bağlayan önemli bir unsur ve karakterimizin talihsiz serüvenini eğlenceli bir hale getiriyor. Chicago'daki yapımcıdan aldığı olumsuz yanıt ise üstteki ince tabakayı kırıyor ve hep beraber gerçeklerle yüzleşiyoruz.


Davis'e sürekli karşılıksız iyilik yapan entelektüel çitf Gorfein'lerin evinde kaldığı gecenin sabahında, kazara kaçmasına izin verdiği evin kedisini de yanına almak zorunda kalır.  Burada önemli bir metafor var. Yolculuğuna eşlik eden kedi ve oradan oraya sürüklenen Davis arasında bir benzerlik var; dönüp dolaşıp aynı yere varıyor ikisi de.

Filmin içinde küçük de bir yol filmi var. Llewyn'in -sırf arabada boş yer olduğu için- Chicago'ya yaptığı  yolculukta ona eşlik edenler ise uyuşturucu bağımlısı yaşlı adam ve bir Kerouac karakteri gibi duran sürücü (bu rolü Yolda filminin başrollerinden Garrett Hedlund'un oynamasının tesadüf olmadığını düşünüyorum). Bu kısım filmin geri kalanından bayağı farklı, sürrealist özelliklere sahip. Sisler içinde bir atmosfer, bir hayvanı yaralıyor arabasıyla; kendi vicdanı ile yaptığı bir hesaplaşma belki de. Karikatürize edilmiş karakterler: deli bir şair ve grotesk çizilmiş bir caz müzisyeni. Bunlar da kendi alter egosunu simgeliyor. Sonuç olarak Chicago yolculuğunu, karakterimizin iç dünyasına yaptığı bir yolculuk olarak yorumlayabiliriz.


Ceketinin üstüne geçirecek bir paltosu bile olmayan, botları olmadığı için çorapları ıslanan, meteliksiz, evsiz, kanepede yatmaya alışmış karakterimiz, Bob Dylan'ın ünlü şarkısı "Like a Rolling Stone"u akıllara getiriyor.

How does it feel
How does it feel
To be without a home
Like a complete unknown
Like a rolling stone?

...

How does it feel
How does it feel
To be on your own
With no direction home
Like a complete unknown
Like a rolling stone? 

Filmin bitimine doğru, Davis'in sahne aldığı mekanda, Bob Dylan'ı görürüz. Ağzında armonikası, elinde gitarıyla sahne almaya başlar. Bu bir devrimdir. Artık folk müziği popüleriteden uzak daha kaliteli bir çizgiye yönelecek ve esas değerini bulacaktır. Davis, "au revoir" der ve perde kararır. Fransızca'da kısa süreli ayrılıklarda kullanılır bu kelime; "elveda" anlamına gelmez. Dylan'ın çıkışı ve folk müziğin dirilişi, Davis'in kaliteli müziğinin kaderini değiştirecektir mutlaka. Fakat Davis için değişen çok da bir şey olmayacaktır belki de. Onu, metroda veya sokakta, elinde kedisi, kendisine yönelen garip bakışları umursamaz bir halde görürseniz eğer şaşırmayın, normal karşılayın lütfen; o, her devrin insanı çünkü.

1. Geleneksel Tunç Kozalak Ödülleri

Selamlar! Yine film görmekten sıkıldığım, 2019 filmlerini eritmeye çalışırken işkence çektiğim, Twitter'da her gün başka film övülürken...