13 Şubat 2013 Çarşamba

Dark City (1998) - Karanlık Alabildiğine Karanlık

Film, kim olduğunu, nerede olduğunu bilmeyen bir adamın uyanışıyla başlıyor: John Murdoch. Ardından telefon çalıyor. Kendini doktor olarak tanıtan, kekeme birisi var telefonun diğer ucunda. Karakterimize yardım edebileceğini söylüyor. "Hafızanı kaybettin. Bir deney yapılıyordu. Bir şeyler ters gitti. Hafızan silindi." Bu sırada karakterimiz yerdeki cesedi görüyor. Ve kaçmaya başlıyor.


Polisiye gerilim gibi başlayan film, insana benzeyen renksiz, soğuk suratlı yabancıları tanımamızla distopik bilim kurguya dönüşüyor. Bir anda dönüşmüyor tabii. Bunu film ilerledikçe anlıyoruz. Dünyayı (?) ele geçirmiş bu yabancılar, insanlar üzerinde çeşitli deneyler yaparak, insanlarda bulunan fakat kendilerinde olmayan bir şeyi arıyorlar; ruhu, insan ruhunu. Güya insanı insan yapan şeyi.

Güneşin hiç doğmadığı karanlık bir şehir düşünün. Hafızanızdaki anıların, kendi anılarınız olmadığını, bunların insanoğlunu ele geçirmiş, insanoğlu üzerinde deneyler yapan uzaylıların beyninize yükledikleri anılar olduğunu düşünün. Bu yaptıkları deney, filmdeki doktor karakterinin fareye uyguladığı deneye benziyor. Fareyi bir labirente koyuyor. Fare çaresiz, çıkışı bulamıyor.

Daha önce John'un yaşadıklarına benzer şeyler deneyimlemiş bir karakter var. Detektif Walenski. Labirent olayıyla kafasını bozmuş. Her yere sarmallar çiziyor. En sonunda bunun bir döngü olduğunu ve bu durumun kurtuluşunun olmadığını anlıyor. Tek çıkış yolu ölüm. İntihar ediyor.


Varoluşu sorgulayan filmlerin en sağlamı belki de. Felsefi yönüyle bilim kurguda yeni bir sayfa açan bir film. 1999 yılında bu tür filmlerin peş peşe çekilmesinin nedeni olabilir Dark City. The Matrix, The Thirteenth Floor, eXistenZ. Bunların hepsi 1999 yılında gösterime girmiş filmler. Bir de 1998 yapımı The Truman Show filmi var tabii. Hangisi daha önce çekilmiş bilmem ama bu filmlerin birbirlerini etkiledikleri ortada.

Sonu mutlu son gibi görünüyor aslında ama daha sonra ne olacak sorusu zihnimizi meşgul edebilir. Adaya benzer bir yer yetecek mi? Sonu olan bir deniz, doyumsuz insanoğlunu tatmin edecek mi?

Filmdeki tek aydınlık (John Güneş'i yaratmadan önce tabii): Jennifer Connelly ve Sway performansı (kendi sesi olmasa da). Ve Tanrı kadını yarattı: (8/10)

1 Şubat 2013 Cuma

Bilgisayar İcat Oldu Mertlik Bozuldu

Teknolojinin faydaları olduğu gibi zararları da var. "Yararı mı daha çok zararı mı?" tartışılır. Fakat bazı gerçekler var: Artık sokakta oynayan çocuklar göremiyoruz pek. Artık evlerinde sanal oyunlar oynayan, sanal çocuklar var. İki taştan kale yapıp, deli dana gibi koştuğumuz, yerlerde sürünerek, terleyerek, yorularak eğlendiğimiz günler geride kaldı. Seksek çizgileri olurdu sokaklarda. Bari saklambaç oynayın be!

Ama tabii çocuklara atamayız suçu. Devir değişti. Ebeveynler çocuklarını doğru yönlendirse bile, onlar okulda ve diğer çevrelerde öğreniyorlar popüler bir canavar olduğunu. Bilgisayar. Tek tuşu kalmış canavar. Artık tuşlar, klavyeler bile yok. Her şey dokunmatik. Çok hızlı gelişiyor teknoloji. Ne gerek var? Acelemiz mi var, bir yere mi yetişmeye çalışıyoruz?

Sokak alt kültürü dediğimiz bu eski güzellikleri filmlerde görebiliyoruz artık sadece. Bu filmlerden biri de Aşk Tesadüfleri Sever. Her ne kadar adından da anlaşılabileceği üzere bir aşk filmi olsa da ben başka taraflarını sevdim filmin. Önce en sevdiğim yönlerinden biri olan görüntü yönetiminden bahsetmem lazım. Fransız filmlerini hatırlatan sinematografisi, yukarıda yazdığım eski günleri hatırlatmada bana yardımcı oldu. Renklerle dönem havası başarılı bir şekilde yansıtılmış. Tabii bu bahsettiklerim filmin geçmişte geçen  kısımlarında gördüğümüz özellikler. Filmin şimdiki zamanına baktığımızda üslup açısından öne çıkan bir özellik yok. Fakat bu iki ayrı zaman arasındaki geçişler filme ayrı bir hava katıyor ve filmi ayakta tutuyor.

Filmin yönetmeni Ömer Faruk Sorak'ın kariyerine baktığımızda, önce kameramanlık daha sonra görüntü yönetmenliği yaptığını görüyoruz. Yukarıda yazdıklarım yerine oturuyor böylece.


Evde otoriter babadan dolayı oluşan 80 sonrası dönemi havası, sokakta yerini renkli, eğlenceli bir hayata bırakıyor. Belki 30 dakika bile sürmeyen bu görüntüler beni çok etkiledi. Neden diye sorarsanız, filmin büyük bir kısmının geçtiği Ankara'da, benzer bir mahallede, benzer oyunlarla büyüdüm. Bizim de sokaklarımızdaki evlerin, apartmanların bazılarının alt katı dükkan olarak kullanılırdı. Ve hala kullanılmakta. Özellikle Kuğulu Park'taki sahneler, Ankara'yı az çok bilen herkesi etkilemiştir. Kızılay, Güven Park, Tunalı Hilmi Caddesi, Atakule, Ankara Garı gibi Ankara'nın sembolü olan mekanları da görüyoruz filmde. Sonuçta Ankara'da film çekilmesine pek alışık değiliz ve tanıdık bir yer gördüğümüz zaman acemi bir mutluluk yaşıyoruz.
    
Oyunculuklara gelecek olursak, başroller Belçim Bilgin ve Mehmet Günsür vasatı aşamamışlar bana kalırsa. Kişisel olarak ikisini de itici buluyorum aslında. Bu yüzden sağlıklı bir tahlil yapamamış olabilirim. Diğer taraftan Ayda Aksel, Şebnem Sönmez ve Hüseyin Avni Danyal ustalıklarını konuşturmuşlar. Yalnız burada Altan Erkekli'ye ayrı değinmek lazım. Özellikle "baba-oğul kavgası" sahnesindeki mükemmel oyunculuğu hakkında ne söylesek az kalır. Ses kaydı yaptığı sahnedeki monologu da unutmayalım.

Filmin beğenmediğim yönlerinden bahsedip, filmin bende yarattığı havayı bozmak istemiyorum. Ayrıca uzun bir yazı oldu. Sonuç olarak filme "modern bir yeşilçam masalı denemesi" olarak bakabiliriz. Filmin kusurlarını görmezden gelmemize yardımcı olur mu bu bakış açısı? Orası size kalmış. (5/10)


                                             Şükür ki "bisiklet sürenler" var hala.

1. Geleneksel Tunç Kozalak Ödülleri

Selamlar! Yine film görmekten sıkıldığım, 2019 filmlerini eritmeye çalışırken işkence çektiğim, Twitter'da her gün başka film övülürken...