Kynodontas filmi ile ismini sinema dünyasına duyuran Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos'un son filmi The Lobster, yönetmenin İngilizce çektiği ilk film olma özelliğini taşıyor. Dogtooth ile eleştirisini bir aile üzerinden iktidara ve iktidarın oluşturduğu tahakküm diline yönelten yönetmen, The Lobster'da ise modernizmin insanı ve insan ilişkilerini getirdiği noktayı irdeliyor.
Eşinin kendisine başka bir partner bulmasıyla yalnız kalan başkarakterimiz David, şehirdeki yaşamını terk edip yeni bir eş bulmak üzere bir otele yerleşmek zorunda. Çünkü yönetmenin kurduğu evrende yalnızlık yasaklanmış durumda. 45 gün içinde otelde kendine uygun birini bulamazsa bir hayvana dönüştürülecek. En azından bir sonraki hayatlarında hangi hayvanın bedeninde yaşamak istediklerini seçebiliyorlar. David'in seçtiği hayvan ise ıstakoz.
Dünyayı, basitçe Orman, Şehir ve Otel olarak üç mekâna bölen film,
hepsindeki genel durumu gösteriyor bize. Filmin ilk yarısının geçtiği
otelde katı kuralların yavaş yavaş açılması ile absürt bir ortamda buluyoruz kendimizi. Otelin geçici konukları ise günlük eylemlerinin tekdüzeleşmesinden dolayı mekanikleşmiş, duygusuzlaşmış bir halde. Giriştiği sahte ilişkinin yükünü kaldıramayan David otelden kaçmak zorunda kalıyor ve filmin ikinci mekânına geçiyoruz. Ormandaki asiler alternatif bir yaşamı, yalnızlığı seçmiş gibi görünseler de başlarındaki kişi/kişilerin tutumları yüzünden gerici bir çizgiye yerleşiyorlar. Burada da oteldeki gibi gereksiz kurallar ve cezaları var.
Orman ile şehir ve/veya otel arasındaki karşıtlık, kapitalizm ile
sosyalizm ( A.B.D. ile Sovyet Rusya veya NATO ile Doğu Bloku da
denebilir)
arasındaki karşıtlığı hatırlatabilir; sistemin alternatifi gibi görünen
başka bir sistemin de esasında çok farklı olmadığı veya başlangıçta
muhalif gibi görünen öteki sistemin de eleştirdiği sisteme
dönüştüğü gerçeği. Bir sahnede ormandaki liderin tasma takıp yürüttüğü domuz gösterilirken anlatıcı; "Bazı cezalar diğerlerinden daha
kötüdür."
diyor. Burada George Orwell'ın kısa romanı Hayvan Çiftliği'ne
bariz bir gönderme var. Orwell, kitabın sonunda insanlaşan Napolyon
karakteriyle, aslında düzenlerin değil başındaki insanların önemli
olduğunu, kapitalizm ile sosyalizm arasında çok da bir fark olmadığını demeye
getirir.
Film, kadın anlatıcının görülmesiyle ve hem kendisinin hem de David'in
yaşadıklarını günlüğüne yazdığının anlaşılmasıyla romantizme kayıyor.
Rachel
Weisz'ın sesini her duyduğumuzda giren müzik anlatının tonunu güzelleştiriyor esasında. Fakat bu filmin bütünlüğü açısından bir sorun teşkil ediyor. İkinci yarıdaki romantik anlatım, ilk yarıdaki ironik anlatımla uyuşmuyor ve filmin ikiye bölünmesine sebep oluyor. Filmin yarattığı etkiyi düşürmese de bu ikilik, filmin ritmini biraz bozuyor. Lanthimos büyük film çekmeye çalışırken acele etmiş ve temaları karıştırıp toparlayamamış sanki.
Yine de ikinci bölümde filmi önemli kılan bir sekans var. Aşık çift, farklı kulaklıklardan aynı anda aynı müziği açarak dans ediyorlar ve ortak bir frekans yakalayıp birbirleri arasında ─otelde çiftler arasında yakalanması gereken maddi, elle tutulur uyumun dışında kalan─ bir ahenk sağlamaya çalışıyorlar. Devamındaki sahnede ise diğerlerinin anlamayacağı, beden hareketlerinden kurulu bir dil inşa ediyorlar ve aralarındaki bağ sağlamlaşıyor. Yönetmenin ilk büyük filmi diyebileceğimiz Dogtooth'da tam tersi bir durum mevcut. İktidar kendi dilini yaratarak bireylere hükmedebiliyordu kolayca. Burada ise bireyler, iktidarın dilini reddederek başlıyorlar işe. Ve tam olarak yeterli olmasa gerek ki bir de kendi dillerini yaratıp bu dil üzerinden yeni bir bağlam kuruyorlar; aşk.
Sistemden kaçış pratikte mümkün değil. Uyumlu gibi görünen bir çift olmayı
başarabilirlerse hayatta kalıp şehirde yaşayacaklar. Fakat bu sistemin daha yumuşak tarafına geri dönüş sadece. Tek ihtimal var; gerçek aşk. Çift olmak teş başına yeterli değil. Çift olmanın ötesine geçip yeni bir dil ve bağlam kurarlarsa ancak bu gerçekleşir. Sonu açık bırakılmaktan ziyade bize bırakılmış. Siz olsanız yapabilir miydiniz? (8/10)