Üniversitede girdiğim çoğu derste bir vasatlık hali hakim. Öğrencilerin çoğu bölümü sevdikleri için değil puanları tuttukları için gelmişler ve üniversiteden heveslerini aldıktan sonra üniversitenin sadece diploma ve iş kapısı olduğunu düşünüp dersleri umursamıyorlar. Öğrenciyi araştırmaya teşvik etmesi gereken öğretim görevlileri ise bu isteksizliği görüp derslerini monoton bir şekilde anlatıyorlar. Karşılıklı bir kabullenme durumu var. Amaç; bitirelim ve gidelim. “Bitirelim ve gidelim”in iki taraf tarafından da kabul edildiği, ders
anlatımının formaliteye döndüğü bir sistemden çıkacak elemanların
kalifiye olmasını beklemek aptallık olur. Bir derste hocaya soru sorulmaması veya sorulamaması öğretim sisteminin ne kadar verimsiz olduğunu görmek için yeterli. Karşılıklı tartışma ile, öğrenciyi de öğretmeni de derse ve konuya teşvik edecek yöntemin, yıllanmış sunumların duvara yansıtılıp okunmasından daha etkili olacağı bariz. Hâlihazırda var olan sistemde ise kendinizi bir konuda geliştirmenizin tek yolu kendi başınıza oturup bir şeyleri araştırıp öğrenmeniz. Bu merakınızı da sönümlendirecek sıkıntılarla karşılaşmassanız eğer kendinizi şanslı sayın.
Bu sarsıcı filmi seyrederken genel olarak mükemmeliyetçilik övgüsü hoşuma gitmişti. Sonradan fark ettim ki; öğretim sistemi ─özellikle Türkiye'deki─ üzerine rahatsız olduğum konulardaki nefretimin başkaları tarafından ─dolaylı yoldan da olsa─
işlenmesinden, ana karakter tarafından davullara ve zillere vuruldukça
bu nefretimin dışarı atılmasından acayip bir haz duymuşum.
1985 doğumlu Amerikalı yönetmen Damien Chazelle’in ikinci uzun metraj filmi Whiplash, caz bateristi olma hayalleriyle yanıp tutuşan bir genci anlatımına alıyor. Kendisi de bir zamanlar aynı umutla müzik okuluna gitmiş yönetmenin filmini, yarı-otobiyografik olarak nitelendirmek mümkün. Film, ana karakterimiz Andrew’nun tek başına bateri çalıştığı planla açılıyor. Kamera, Andrew’ya yaklaştıkça heyecanını ve azmini hissediyoruz fakat bu büyük bir sanatçı olması için yeterli olmasa gerek müzik eğitmeni ve orkestra şefi Fletcher devreye giriyor. Gerilimini, bu iki karakter arasındaki çatışmadan ve aralarındaki inişli-çıkışlı ilişkiden kuran film, mükemmeliyetçiliği konusuna alıyor.
Bir filmi değerlendirirken, filmin neyi anlattığından çok neyi nasıl anlattığına ve ne kadar başarılı anlattığına
bakmak gerek. Filmin tezini nasıl sunduğundan başlayacak olursak, son zamanların en
mükemmel kurgusunu izliyoruz. Özellikle “Not quite my tempo!” repliğiyle şimdiden efsaneleşen uzun sekansta, kurgu da, Andrew'nun ayak uydurmaya çalıştığı tempoyla paralel olarak hızlanıyor. Öğretmen ve öğrenci arasındaki gerilim, iki oyuncunun üst düzey performansıyla beraber tavan yapıyor. Yüze odaklanan yakım çekimler yardımıyla da Andrew ile yakınlık kuruyor ve yediği tokatları suratımızda hissediyoruz. Böylece temayla biçim arasında son zamanların en çarpıcı uyumunu seyrediyoruz. İlerleyen sahnelerde Andrew ile beraber sinirleniyor, terliyor, nefes almaya çalışıyoruz. Fletcher’ın Andrew üzerinde uyguladığı yöntem, filmi izleyenleri ikiye bölecek kadar sertleşiyor, aşağılamalar fiziksel şiddete kadar varıyor.
Filme getirilen şiddet yanlısı, faşist hatta Nazist yorumlarına iyimser sayılabilecek bir yorum katacağım. Evet, Fletcher karakterinin Hitler’i ya da Stalin’i akıllara getirdiği doğru. Fakat yönetmenin mesajı, iktidarı ve gücü temsil eden bu karaktere teslim olmayıp onunla savaşılması gerektiği. Hayatta gerçekten bir yere gelmek için hangi badireleri atlatmamız gerekebileceğini izliyoruz. Bu zorlu savaştan koparabileceklerimiz ise yanımıza kar kalıyor. Burada yönetmen Chazelle’nin de içinde bulunduğu “Y Kuşağı”ndan bahsetmek lazım. Savaş ve yıkım görmemiş, günümüze kadar tembel ve ruhsuz olmakla suçlanan bu kuşak, dünya genelindeki son değişimlerle beraber övgülere boğulmakta bu sıralar. Yönetmen, film ile bu kuşağın içindeki
potansiyeli gösteriyor. Filmin alakasız olarak çokça karşılaştırıldığı Rocky filminden bir replikle
sesleniyor: “Acı yok Rocky!” Bir neslin kendini bir yere getirebilmesi için daha önce hiç karşılaşmadığı acıların üstüne gitmesi, risk alması, cesur olması gerekiyor. Özetle; “Öldürmeyen acı güçlendirir.” (Nietzsche, Dostoyevski’den esinle)
En başta örnek vererek açıklamaya çalıştığım, okullarda verilen öğretimi, hayata yayarak filmin tezi olan eğitim meselesine gelecek olursak, Andrew karakterinin çevresiyle ilişkisinde (aslında olmayan ilişki) görülebilecek kararlılık filmin mantığına uyum gösteriyor. Andrew, çalışma odasının duvarında asılı olan Buddy Rich’i, idolü olarak görüyor. Film, bazı diyaloglarda, azimle bir yerlere gelmiş efsanelere ve onların yaşam şekillerine saygı duruşunda bulunuyor.
Anonim bir sözle de sanat konusuna geçelim: “%10 yetenek %90 çalışma”. Daha doğru bir ifadeyle sanatın,
zanaat kısmını işliyor film. Fletcher’ın başta Andrew’yu keşfetmesiyle
(bunun bir keşif olduğunu sonradan anlıyoruz) ilham veya yetenek kısmı
basit de olsa hızlıca geçiliyor.
İki dünya savaşı sonrası Avrupa’da oluşan
yalancı demokrasi ve hümanizm, ekonomik olarak neo-liberalizm ile
dünyanın her yerine yayılarak bir refah illüzyonu oluşturdu. Bu yanılsama
yanında tüketim çılgınlığını ve popüler kültürü getirdi. Bu değişimin
ortasına doğan kuşak ise duruma ayak uydurmaktan başka bir şey yapamadı. Film, bu kuşağın isyanı ve aynı zamanda bir konformizm eleştirisi.
Filmi beğenmeyenlerin ısrarla savunduğu “müzik böyle bir şey değil” argümanına, filmi beğenenlerin “bu filmin teması müzik ya da müziğin nasıl olması gerektiği değil” cevabıyla karşılık vererek edebiyattan bahsedeceğim. Dostoyevski’nin yazma serüveninde karşılaştığı zorlukları herhangi
bir kitabının (bkz: İletişim Yayınları) ilk sayfalarındaki yaşam özetinden öğrenebilirsiniz kolaylıkla. Daha da genişletip çağdaş edebiyata ve sanata bakacak olursak, popüler kültürün, sanatı hangi noktaya getirdiği ortada. 90
sonrasının “best-seller” edebiyatı, insanların kafasını öyle bir
karıştırıyor ki nitelikli olmayan okur neyin gerçek edebiyat neyin paçavra
olduğunu kestiremiyor. Çok okunan ve ağızdan ağıza dolaşan yazarlar kazanıyor, edebiyat değil. Hakikaten geçmişinde iyi romanlar yazmış
edebiyatçılar bile bu tuzağa düşebiliyor. Modern yaşamın yarattığı ruhsuzluktan sıyrılıp kendimizi nasıl gerçekleştirebiliriz? Bu durumda yazma eylemini bir hobi olarak gören yazarlara değil hayatta kalabilmek için yazan, edebiyatla yatıp edebiyatla kalkan yazarlara ihtiyacımız var. Sait Faik’in bir öyküsünün son cümlesi bir kez daha anlam buluyor: “Yazmasam deli olacaktım.”
Ortaya atılan fikri beğenmeyebilirsiniz tabii. Bu, yönetmenin, tezini, dozajını kademeli olarak yükselterek, altını doldurarak başarılı bir şekilde sunduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Epilogla ilgili yorumlara katılıyorum. Böyle bir filmin bu
sonla bitmemesi gerekirdi.
Fletcher’ın, Andrew’nun son atağı sonrası değişen mimikleri ve tatmin olması, filmin ruhuna aykırı olmuş. Fletcher’in da kazanan taraf olduğu, amacına ulaştığı anlatılmak istenmiş. Yine de filmin kendi sunduğu mantık gereği, iki
karakter arasındaki çatışmanın bitmemesi, devam etmesi gerekiyordu. Fakat yönetmen çoğunluğun kaygılarını düşünerek bir son yazmış sanırım.
Film, Andrew’nun, çalacakları şarkıdan
haberi olmadığı için eline yüzüne bulaştırdığı ve ışığın hem Andrew’ya
hem biz “seyirciler”e vurduğu planla bitmeliydi (burada yaşadığım katharsisi sanırım başka bir filmde yaşamadım). Böylece film, mesajını en etkili biçimde iletmiş olurdu. (8/10)