‘Çevre felaketi’ yok. Felaket çevrenin kendisi. Çevre, her şeyini kaybetmiş insana kalan tek şey. Onların, yani mahallelerde, sokakta, vadide, savaş bölgesinde veya bir atölyede yaşayanların bir ‘çevre’si yoktur. Çeşitli varlıklarla, tehlikelerle, arkadaşlarla, düşmanlarla, hayat ve ölümle, her türden varoluş biçimiyle dolu bir dünyada yaşamaya devam ederler. Böyle bir dünya, bizi eşya ve mekânla bütünleştiren bağların yoğunluğu ve niteliğine göre farklılaşan bir öze sahiptir. Bir tek bizler, yani son mülksüzleştirmenin çocukları, ahir zaman sürgünleriyiz. Beton yığınları içinde dünyaya gelmiş, meyvelerini süpermarketlerden satın alıp televizyonlardan dünyanın yansımasını seyreden bir tek bizlerin çevresi var. Sanki basit bir dekor değişimiymişçesine, felaketin iyice ilerlemesi karşısında infiale kapılıp sabırla ansiklopedisini oluşturan ve de kendi imhasına tanıklık eden de bir tek biziz.Muhtemelen bugünün metropolü dışında, hiçbir maddi habitat ‘çevre’ diye adlandırılmayı bu kadar hak etmemiştir. Duyuru yapan dijital sesler, 21. yüzyılın uğultusuyla geçen tramvaylar, dev birer kibrit çöpü gibi görünen mavimtırak sokak lambaları, tutunamamış mankenler gibi süslenmiş yayalar, güvenlik kameralarının sessiz sedasız dönüşleri, metro turnikelerinden çıkan belirgin sesler, süpermarket kasaları, işyeri puantörleri, internet kafelerin elektronik ortamı, plazma ekranların bolluğu, transit yollar ve lateks. Hiçbir dekor baştan sona bu kadar ruhsuz olmayı başaramamıştır. Hiçbir ortam daha otomatik olmamıştır. Hiçbir bağlam bu kadar duygusuz olmamış ve yaşamımızı devam ettirmenin karşılığında aynı ölçüde duygusuz olmamızı talep etmemişti. Sonuç olarak çevre dünyayla kurulan, metropole uygun düşen, bir ilişkiden başka bir şey değildir. Kendisinden kaçan her şeyde izini bırakır.*
The Arbor isimli belgesel ile ismini duyuran İngiliz yönetmen Clio Barnard’ın ilk uzun metraj filmi Bencil Dev son zamanların en önemli taşlaması ve maalesef en acı yapımı. Teması, karakterleri ve olay örgüsü ile Ken Loach’un başyapıtı Kerkenez’i hatırlatan film, İngiliz toplumcu gerçekçiliği geleneğini takip ediyor. İki çocuk karakterinden yola çıkarak kayıp bir nesli anlatımına alan kadın yönetmen, ciddi bir toplum ve sistem eleştirisi sunuyor.
Biri aşırı aktif (hatta hiperaktif olsa gerek ilaç kullanmak zorunda bırakılıyor!) ve girişgen, diğeri ise aşırı pasif ve saf iki baş karakterimizin isimleri Arbor ve Swifty. Okullarında ve çevrelerinde, farklı oldukları için dışlanan bu iki çocuk aralarında güzel bir dostluk kuruyorlar. Bir kavga sebebiyle Arbor’ın okuldan atılması, Swifty’nin ise bir süreliğine uzaklaştırılması sonucunda mekanlarını değiştirmek zorunda kalıyorlar. Temel eleştiriyi oluşturmasa da burada küçük bir eğitim sistemi eleştirisi var. Sistem çözümleyici, uzlaşmacı bir tavır yerine kolaycı bir pratikle içerideki çürükleri dışlamayı seçiyor. İnsana, eşya muamelesini uygun görüyor.
Mekanları değiştirilen çocukların yeni oyun alanı, sanayi çöplüğüne dönüşmüş kasaba ve nükleer enerji santralinin işgal ettiği kırsal oluyor. Biraz vakit geçirme bahanesiyle biraz da para kazanma isteklerinden hurdacılık yapmaya başlıyorlar. Çöplüklerden topladıkları metalleri, oradan buradan çaldıkları kabloları Kitten adındaki “hurdacılar kralı”na satıyorlar. Bu “bencil” adam da çocukları istismar etmekte bir sakınca görmüyor. “İnsan insanın kurdudur” lafı bir kez daha anlam kazanıyor ve kaçınılmaz sonlar adeta göstere göstere geliyor.
Ajitasyona müsait konu, yönetmenin müzik kullanmama tercihiyle olması
gerektiği gibi yalın anlatılıyor. Acı, kasabanın sessizliğinde ve kasvetinde kayboluyor. Görüntüler Pu-239 filmini getirdi aklıma. Aslında kıyamet öncesi bir atmosfer çizse de film, bölgenin, kıyamet sonrasından çok da farkı yok kasaba halkı için. Zaten çoktan ölmüş ─yaşamları sınırlanmış─ insanlar, asıl büyük felaketi sessizce bekliyorlar.
Filmin çoğunluğunda karşımıza çıkan atlar da, yine insanlar yüzünden yaşamları işkenceye dönen çocuklarla aynı nesne haline geliyor. Ailesinin,
okulun, büyük resimde sistemin kendisini suça ve ölüme ittiği,
insanlardan umudunu kesen Arbor'ın epilogda atı tımar ederkenki hali bu tezi destekliyor.
Filmin ─isminden anlaşılacağı üzere─ esinlendiği Oscar Wilde’ın The Selfish Giant öyküsüne gelecek olursak; öyküde, bahçesinde çocukların oynamasına izin vermediği için kışın eksik olmadığı, hatasını geç fark eden bencil dev, filmde, sadece çocukların oyun alanını değil yaşam alanını da işgal eden daha bencil ve daha devasa bir deve dönüşüyor. Devi, ister dev soğutma kuleleri, dev elektrik direkleri ve kablolar kabul edin, isterseniz Kitten karakterinde vücut bulan bir insan; ismi, büyük resimde bütün küreyi işgal eden kapitalizmdir. Biz, kaderi muktedirler tarafından çoktan çizilen kasabayı ve bu çöplükten para kazanmaya çalışan kasaba halkını izlerken dev canavar, bütün dünyayı sömürmeye devam ediyor. Çocuklar, baharı geri getirebilecek mi? (8/10)
*Yaklaşan İsyan s. 54-55
Görünmez Komite
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil