22 Aralık 2017 Cuma

Star Wars: Episode VIII - The Last Jedi (2017) - Jedi Öldü, Yaşasın Yeni Jedi!

2015 yılında gösterime giren The Force Awakens, serinin yaşı kemale ermiş hayranları tarafından beğenilmemiş ve A New Hope'un (1977) kötü bir kopyası olarak görülmüştü. Star Wars evrenininin üçüncü üçlemesinin bu ilk filmi, genç kuşağın da ilgisiyle yüksek izlenme oranına ulaşmış ve Avatar ile Titanic'in ardından en yüksek gelir elde eden 3. film olma başarısını elde etmişti.* Sonuç olarak yapım şirketi Disney istediğini elde etmişse de yönetmen ve senarist değişikliğine gidildi. Serinin ikinci filmi için senaryo ve yönetmenlik görevi, Brick (2005) ve Looper (2012) filmlerinden tanıdığımız Rian Johnson'a emanet edildi. "Saga devam ediyor."

Star Wars filmlerinin klasiğine dönüşen "havada it dalaşı" sekansıyla açılan film, X-wing pilotu Poe karakterinin liderliğindeki Direniş hava kuvvetlerinin, İlk Düzen'in bir uzay gemisini patlatmak için giriştiği operasyon ile başlıyor. Poe üstlerini dinlemiyor ve sonuç olarak bazı kayıplar veriliyor. Bir ara film olan Rogue One'da (2016) Uzak Doğu kökenli oyuncuların kullanımı ve kamikazeyi hatırlatan intihar saldırıları, nedense bu filmde de devam ediyor. Orijinal üçlemede de prequelde de son anda yırtmak, son saniye golü tarzı sahneler olmuştur hep ama artık bu film ile kabak tadı verdiğini itiraf etmek gerek. 


Yeni Cumhuriyet ve İlk Düzen arasındaki ufak çatışmalar paralelinde, senaryonun büyük kısmını kaplayan, Rey ve Luke arasında anlaşmazlıklarla ilerleyen öykü tek başına fena durmuyor aslında. Fakat bu süreç boyunca bazen Rey unutuluyor General Leia ve ekibi tarafından, bazen de Rey bu ekibi unutuyor ve bir kopukluk oluşuyor. Son Jedi olarak Luke'a sığınılması bir süre sonra birinci amaç olmaktan çıkıyor. Rey'in Jedi eğitimi alması gereği bile tam olarak işlenemiyor ve yarım kalıyor. Rey'in kendi geçmişini ararken karanlıkla buluşması da herhangi bir noktaya varılmadan geçiştiriliyor.

Karakter geçmişleri, gelecek motivasyonları ilk filmde verilmeyen Finn ve Poe karakterlerinin oturmasını beklediğimiz film, bu iki karakteri yanlış yollara sürükleyerek kahraman çizgisinden uzaklaştırıyor. Finn ve bu film ile seriye eklenen Rose karakterinin öykünün ana ekseninden kopuk macerası, bir spinoff kalitesi(zliği)nde aktarılıyor ve ufak bir kapitalizm eleştirisi sunuluyor. Maalesef bu eleştirinin sığ kalması, Star Wars ruhuna yakışmaması, gezegende yaşanan sömürünün fazla dramatize olarak sunulmuş olmasından ileri geliyor. Hatıratımızda Poe fazla hırslı ve heyecanlı bir karakter olarak, Finn ise geçmişte stormtrooper olmasından dolayı öfkeli olarak kalacağa benziyor. 


Karanlık taraf, özellikle de Snoke karakteri, ürkütücü olmaktan çok uzak sunuluyor. Halbuki üçlemenin ilk filminde daha görkemli (hologram etkisi) bir Snoke karakteri vardı. Serinin fanlarını pek iplemiyor olacaklar ki Snoke'un nereden çıktığı, ustasının kim olduğu, nasıl güçlendiği, önceki filmde en çok eleştirilen "İki Sith Kuralı" gibi meseleler cevap verilmeden geçiştiriliyor. Kylo Ren ise yaşadığı kafa karışıklığına ilk filmdeki gibi devam ederek, güçlü bir karakter olmayı başaramıyor. Karanlık tarafın en olmuş denebilecek karakteri, General Lux belki de.

Rey ile Kylo Ren arasındaki telepati yollu diyaloglar, devamında karşılaşmaları ile gelişen birbirlerini ikna etme ve kendi taraflarına çekme çabası filmin ana eksenine oturacak, filmin iskelet olarak ayakta durabileceği bir düğüm ve çatışma olarak öne çıksa da, Snoke'un ölümü sonrası birden aynı tarafa geçmeleri daha sonra ise birbirlerine saldırmaları pek mantıklı görünmüyor.


Bu süreçte bir avuç kalmış ve yakıtı bitmek üzere olan Direniş ordusu, hep son anda kurtuluyor, bir türlü kaçmayı beceremiyor. Bu durum bir kaç defa tekrar ediyor. Senaryonun özensiz yazıldığını kabul etmek gerek. Prenses Leia'nın uzayda süzüldüğü sahne ise sinema tarihinin en felaket sahnesi olarak tarihe yazıldı bile. 

Orijinal üçlemedeki ruha yaklaşan tek kısım, Luke'un saklandığı Ahch-To isimli gezegenin bir adasında tanıştığımız yeni yaratıklar; Caretakers (tapınakların inşasından ve onarımından sorumlular), Thala-siren (bütün gün camış gibi yatıyorlar ve Luke'a süt veriyorlar) ve penguenleri andıran Porglar (Chewbacca'yı sinir etmekle meşguller). Star Wars evreninin özgün yönlerinden biri de ilgi çekici gezegenler, mekânlar ve bu gezegenlerin uzaylı sakinleridir. Bu bölümde sunulan yenilikler, The Empire Strikes Back'teki (1980) Hoth gezegenini hatırlatıyor.

Jedi Tapınağı yanarken Yoda ve Luke arasında geçen diyalog, filmin güçlü anlarından birisini oluşturarak "yeni" bir aşamayı geçildiğini müjdeliyor. Star Wars destanının kalbini oluşturan Jedi öğretisinin geçmişteki yanlıştan dönüp bir revizyona gitmesi bir gereklilikti ve daha güzel işlenemezdi sanırım.

Luke'un şairane vedası ise filmin en akılda kalıcı anı olarak ve Obi-Wan Kenobi'nin sonunu (Obi-Wan da Luke ve arkadaşlarına zaman kazandırmak için Darth Vader ile düello yaparak oyalamıştı (A New Hope); bu kez Luke bir oyalama taktiği olarak Kylo Ren ile düelloya giriyor) anımsatarak güzel hisler uyandıran tek kısım oluyor. Önceki filmde Han Solo'nun ismine leke düşürecek kadar kötü yazılmış-çekilmiş vedasını düşünecek olursak bir zeka-duygu parıltısı görmek sevindirici.

Serinin 2019'da vizyona girecek son filminin, sinema ile uzaktan yakından alakası olmayan J. J. Abrams'a teslim edilmesi sebebiyle pek heyecan ile beklenilmediği açık. Serinin yaratıcı George Lucas'ın Disney'e teslim olması, çoktan serinin kaderini belirlemiş anlaşılan. Biz seri hayranlarına ise 1977-1983 tarihli yapımları tekrar tekrar izleyerek bu kıymetli filmleri baba yadigârı gibi saklamak görevi düşüyor. (6/10)

8 Ekim 2017 Pazar

mother! (2017) - Sığ Metaforlar Sağanağından Sağ Çıkabilmek

Yoğun katharsis sinemasının  son dönemlerdeki en yetkin temsilcisi Darren Aronofsky, milenyumda gösterime giren Requiem for a Dream ile bu yetkinliğinin zirvesine ulaşmış ve kendine epey sayıda mürit bağlamıştır. İlk filmi Pi'de (1998) ise matematik ile evrenin ve hayatın şifresini çözmeye çalışan bir adamın hikâyesini anlatmıştır. Yöntem olarak ilkini tema olarak ise ikincisini almış gibi görünen son filmi Anne!'de, tek mekân gerilimi gibi başlayan filmiyle İncil'i, Tanrı'yı, yaşamı, doğayı ve insan doğasını deşmek gibi zor olduğu kadar incelik ve bütünlük isteyen bir  meselenin ardına düşüyor. İlk filmleri ile zirvesine ulaşmış yönetmenlerde sıkça rastlanan, daha büyük film çekeceğim derken sıvama aşamasına geçiş yapıyor.


Kadın uyanır, adamı yatakta göremeyince meraklanır ve evin içinde adamı arar. Bulamayınca biraz telaşlanır, gerilir ve (bö) adam birden ortaya çıkar ve kadınla birlikte ürkeriz. Kameranın kadını takip ettiği, evlilik alt metinli bir ev içi korku filmi gibi başlayan filmde neyden korkacağımızın peşine düşüyoruz ki yaratıcılık sıkıntısı çeken bir yazar olduğunu öğreniyoruz. Buradan The Shining misali bir korkuya geçiş yapabilecekken kapı çalıyor ve ortalık karışıyor.

Hızlıca metafor kelimesinden soğutan şu sembolleri (daha doğu ifade ile kutsal kitap alegorisi) geçelim de filmin neyi yapamadığını konuşalım. Ev sahibi adam Tanrı'yı, ev sahibesi kadın Doğa (Ana)'yı, eve ilk gelenler Adem ve Havva'yı temsil ediyor. Yasak elmayı kırıyorlar(!) ve cennetten yani evden kovuluyorlar. Cennet, insanlar olmadan önce cennet; filmin belki de ─istemeden─ aktarabildiği tek alt metin. Son derece karikatürize Havva'mızın çocukları eve geliyor, onlar da Habil ve Kabil'i temsil ediyor hâliyle. Miras kavgası sebebiyle ilk cinayet işleniyor fakat ortada bir alt metin yok. Yani anlam çıkarmamız için herhangi bir diyalog, görüntü sunulmuyor. Basit bir temsil, hatta oyunculuklar vasat olunca basit bir skece dönüşüyor. Sadece ev sahibesi ile birlikte geriliyoruz.

Eleştirilerde yazılmayan bir metaforu da açalım; Tanrı'nın insanlar gelmeden önce yazdığı kitap Eski Ahit'i, insanlardan sonra yazdığı kitap ise Yeni Ahit'i simgeliyor olabilir. Tanrı'nın kelamı direkt insanlara aktarılıyor, aracı yok. Burada "peygamberler nerede?" sorusu haklı olarak akıllara gelebilir. "Tanrı, insanları kendi suretinde yarattı.". Evet ama nasıl yarattı? Filmin sorunlarından biri de İncil'i ve İncil'deki olayları çok detaylı sunuyormuş gibi gözüküp esasında birçok noktayı kaçırıp üstünkörü geçmesi. Film, tek başına Tanrı ve doğa arasındaki ilişkiyi insanlar üzerinden anlatıyor olsa bu noktalar sorun olarak gözükmezdi. Fakat ucuz diyaloglarla geçiştirilen kutsal metin temsili, bir de üstüne film "oraya da değineyim buraya da" derken dağılıp gidiyor.

Egosantrik Tanrı'mızın bir eser yazması, insanlara ders vermesi için insanlara ihtiyacı var ve misafirlere bu sebeple seviniyor, onlar gitmesin istiyor. Bir eser yazmış olmak da yetmiyor O'na ve eserin takdir edilmesini için de insanlara ihtiyacı var. Evet bu bir Tanrı eleştirisi sayılabilir. Buraya kadar bunu kısmen başarıyor. Fakat bu eleştirilere paralel olarak yaratıcı yazarlığın psikoz etkisini, kadın ve doğa istismarı üzerinden erk (patriarka) eleştirisini sokuşturmaya çalışınca, daha önce başardıklarını da katledip kendi açtığı kuyuya düşüyor. Bütün bunların hepsini toparlayabilse, gerçekten de haklı bulacağımız bir film çıkabilirdi ortaya. "Tanrı, insanı yaratmadan önce ne yapıyordu?" sorusu ile bir sahnede alay ediyor. Modernizm-mülkiyet vs dindeki paylaşımcılık arasındaki çatışma ile ilgili bir diyalog bile var. Fakat hiçbir yere varamayan bu sahnelerin altı doldurulmuyor, temalar arası bütünlük kurulamıyor.


Dini sembollerle dolu bir film oluşturulurken, dogmaları olumluyan yumuşak, şiirsel bir tondansa, kışkırtıcı, tahrik edici bir yöntem denenmesi ilk bakışta doğru bir yaklaşım gibi görünse de film, insanların kafasındaki Tanrı figürünü bir korku sembolüne dönüştürmeyi, nesilden nesile anlatılan bütün bu hikâyenin korkunç bir kabustan başka bir şey olmadığını aktarmayı başaramıyor. Bunun da sebebi, özellikle ikinci yarıda, her şeye muktedir Tanrı'nın, bir orada bir burada amaçsız dolaşırken hiçbir şeyi değiştirememesi,  kayıtsızlığı olarak görünüyor. Eğer bu da bir Tanrı eleştirisi diyorsanız; kutsal metinlerde bunun nasıl geçtiğine bakmak gerekir. Ne zaman ki kötülük insanlığın bir belası olmuştur, Tanrı müdahale eder ve kendi kelamını bir peygamber vesilesiyle insanlara aktarır. Burada ise aciz bir Tanrı yaratılarak hem filmin ısrarla üzerinde durduğu kutsal metin alegorisinden vazgeçilmiş olunuyor hem de Tanrı'ya rağmen bir kadercilikle kendisi ile çelişmiş oluyor.

Orta Doğu'da 3 bin yıldır yaşanan mezhepler, dinler çatışması ise 10-20 dakikalık sekansta, önce polislerin müdahalesi, polislere molotof atan isyancılar, ajanlar, askerler ve bu kaosta hayatta kalmaya çalışan Doğa Ana ile neredeyse sıfır diyalog (Yahudi lafı geçiyor ama öyle bir mesaj verme kaygısıyla değil) yöntemiyle aktarılıyor. Bu şiddet resitali ve yönetmenlik şovu, belki de filmin başarabildiği, üstesinden geldiği tek maharet. Mezapotamya'da, sonsuza dek sürecek gibi duran bu çatışma, sinema tarihindeki yeri ilerde çok konuşulacak bir temsil. Bunun bir sebebi de TV'den canlı izlediğimiz Amerikan askerlerinin Irak'a müdahalesini çağrıştırıyor olması ve burada bir de alt metin ortaya koyabilmesi; çok ilginç bunu yapmakta film boyunca zorlanılsa da burada başarılmış. Hepsi de aynı Tanrı'ya inanan insanlar, hepsi bir evin çatısı içinde yaşayan insanlar, neden kavga ediyor, neden birbirini öldürüyor?

Yeni bir şey söyleyememesinin ötesinde, "böyle gelmiş böyle gider" diyerek de muhafazakar bir çıkarım yapıyor film. Bir kere ateist olan bir yönetmenin önce Noah şimdi bu film ile dini meselelere bu kadar kafa yormasını anlayamıyorum. Alay edip geçme şansı varken hem de. Buradan yönetmenin ateist olmadığı da saçmalamasından, yaşadığı deist kafa karışıklığından anlaşılabilir. Filmin arkasındaki hastalıklı zihin, ─eğer ki bu bir sanatçının kendini eleştirisi değilse─ tedaviye muhtaç. Kendini eleştirmediğini de sonunu pişmanlık ile bitirmemesinden anlayabiliriz.


Nihayetinde İsa doğuyor ve doğar doğmaz, çarmığa gerilmeye fırsat bulamadan komünyon ayinine (ekmek, şarap) kurban gidiyor. Epiloga yaklaşırken "metaforu göze sokarcasına diyalogla (Bardem gelir, Lawrence'ı yatıştırır) vereyim, biraz gizem yaratayım, biraz korkutayım" şeklinde ilerleyen film, bütün bu karmaşadan ne çıkaracağını düşünmeden dairesel kurguya geçiş yaparak başlangıcına dönüyor. Burada Lawrence yerine, doğa olarak, yeni uyanan kadın (burada da yönetmen Rachel Weisz ile eski birlikteliğine, kendi hayatına gönderme yapmış (pöf!)) olarak başka bir oyuncuyu görüyoruz . Neden? Doğa böyle mi yeniler kendini? Hangi kutsal kitapta yazıyor bu? Yazsa bile sen alternatif bir son oluşturmayarak bu sonu onaylamış, bu döngüyü kabul etmiş olmuyor musun? Ve yaratılışın kaynağı Doğa Ana'nın sevgisi (kalbi) ise baştan yaratılışı, bu sevgiyi yok ederek nasıl yapabilirsin? Küllerinden doğuş gibi kutsal metinlerden çok önce anlatılmış/yazılmış sığ bir mit, nasıl bu filmde yer alabilir?

Olay, sonunda, örneğin IŞİD'i eleştirirken dini eleştiremeyen insanların yaptığı, "İnançta yanlış yok, insanlar yanlış anlıyor. Gerçek İslam bu değil!" muhafazakarlığında kalıyor. Tanrı'nın kelamında sıkıntı yok, insanlar yanlış anlıyorlar. He, gülüm. (3/10)

1. Geleneksel Tunç Kozalak Ödülleri

Selamlar! Yine film görmekten sıkıldığım, 2019 filmlerini eritmeye çalışırken işkence çektiğim, Twitter'da her gün başka film övülürken...