Filmde folk şarkılarını nitelemek için kullanılan ifadeyle, "hiçbir zaman yeni olmayan, hiç de eskimeyen" filmlerin yönetmen(ler)i Coen Biraderler, esas başarılarını No Country for Old Men ile elde etseler de benim için en iyi filmleri hala Fargo'dur. Kendilerine has biçimin en net görüldüğü ve hedefi onikiden vurdukları tek filmdir belki de. Taze filmleri "Sen Şarkılarını Söyle", Fargo'dan 17 yıl sonra benzer bir his bırakmayı başarıyor bünyede.
Filmin hikayesi çok basit aslında; hayatın her alanında sürekli kaybeden, müzik piyasasında bir türlü istediği çıkışı yapamayan bir folk şarkıcısının, hayal kırıklıklarıyla dolu kısa bir dönemi. Coen'lerin numarası ise detaylarda. Benzer bir müzisyen hikayesi olan Crazy Heart ile karşılaştırırsak; iki film arasındaki kalite farkını ve basit bir senaryonun ayrıntılarla nasıl zenginleştirilebileceğini görmüş oluruz.
Dönem atmosferi yaratma konusunda usta yönetmen ikilisi, bu kez bizleri 1961 yılı New York'una, folk müziğin gelişmesinde büyük öneme sahip bir bölge olan Greenwich Village'ye götürüyor. Filmin ismi Inside Dave Von Ronk albümünden, film de bu vasıtayla Dave Von Ronk isimli folk şarkıcısından esinleniyor. Karanlık ve izbe barlarda ara sıra sahne alan Llewyn Davis, hayatını müziğe adadığı halde hak ettiği tepkileri alamıyor, bir türlü istediği yükselişi gerçekleştiremiyor. Beraber müzik yaptığı partnerinin intiharı onu derinden yaralamış. Artık yola tek başına devam etmek zorunda. İntihar eden partneri hakkında fazla bir bilgimiz olmamasına rağmen, film boyunca fazla değişmeyen ruh halini yol arkadaşının trajik ölümüne bağlıyoruz. Film ilerledikçe ise öğreniyoruz ki başarısızlıklarının kaynağı, biraz da kendi hataları; kibirli ve sorumsuz yapısı. Fakat yönetmen tercihi (kaybeden hikayeleri anlatmayı ve onların tarafını tutmayı seviyorlar) sebebiyle, Davis'e duyduğumuz sempati bir an olsun azalmıyor.
Varoluşçuluğu savunan Davis'in hayatındaki tek amaç; müzik yapmak. İyi
müzik yapmak değil belki de; sadece yapmak. Beğenilme gibi bir derdi, yüksek bir kariyer
hedefi yok aslında. Sadece standart bir yaşam sürebilecek (en azından kendi evinde
uyuyabilecek, kış aylarında giyebilmek için bir palto alabilecek vs.)
kadar paraya sahip olmak için yükselmek istiyor. O kadar ki
ablasının ve diğer aile bireylerinin yaşamadığını iddia ediyor. Ona göre, sadece aç kalmamak (modern dünyamızda para kazanmak) için yaşayanlar ölüden farksız. Gerçek anlamıyla yaşamak için yüce şeyler üretmek gerektiğine inanıyor. Ürünün yüceliği değil önemli olan; üretmenin kendisi zaten yüce.
Başarısız müzik kariyerinin dışında, fazla arkadaşının olmaması, sosyal çevresinde kimseyle iyi anlaşamaması, aşk
hayatındaki başarısızlıkları, ailesi ile arasındaki zayıf bağ; bunlar normal bir insanın kaldıramayacağı ağırlıkta aslında. Coen'ler usulü kara mizah, bu ağırlığı hafifletiyor. Üstteki ince mizah tabakası, derinlerdeki dramı görmemizi engelliyor. Trajikomik olaylar zinciri, seyirciyi filme bağlayan önemli bir unsur ve karakterimizin talihsiz serüvenini eğlenceli bir hale getiriyor. Chicago'daki yapımcıdan aldığı olumsuz yanıt ise üstteki ince tabakayı kırıyor ve hep beraber gerçeklerle yüzleşiyoruz.
Davis'e sürekli karşılıksız iyilik yapan entelektüel çitf Gorfein'lerin evinde kaldığı gecenin sabahında, kazara kaçmasına izin verdiği evin kedisini de yanına almak zorunda kalır.
Burada önemli bir metafor var. Yolculuğuna eşlik eden kedi ve oradan oraya sürüklenen Davis arasında bir benzerlik var; dönüp dolaşıp aynı yere varıyor ikisi de.
Filmin içinde küçük de bir yol filmi var. Llewyn'in -sırf arabada boş
yer olduğu için- Chicago'ya yaptığı yolculukta ona eşlik edenler ise
uyuşturucu bağımlısı yaşlı adam ve bir Kerouac karakteri gibi duran
sürücü (bu rolü Yolda filminin başrollerinden Garrett Hedlund'un oynamasının tesadüf olmadığını düşünüyorum). Bu kısım filmin geri kalanından bayağı farklı, sürrealist özelliklere sahip. Sisler içinde bir atmosfer, bir hayvanı yaralıyor arabasıyla; kendi vicdanı ile yaptığı bir hesaplaşma belki de. Karikatürize edilmiş karakterler: deli bir şair ve grotesk çizilmiş bir caz müzisyeni. Bunlar da kendi alter egosunu simgeliyor. Sonuç olarak Chicago yolculuğunu, karakterimizin iç dünyasına yaptığı bir yolculuk olarak yorumlayabiliriz.
Ceketinin üstüne geçirecek bir paltosu
bile olmayan, botları olmadığı için çorapları ıslanan, meteliksiz, evsiz, kanepede yatmaya alışmış karakterimiz,
Bob Dylan'ın ünlü şarkısı "Like a Rolling Stone"u akıllara getiriyor.
How does it feel
How does it feel
To be without a home
Like a complete unknown
Like a rolling stone?
...
How does it feel
How does it feel
To be on your own
With no direction home
Like a complete unknown
Like a rolling stone?
Filmin bitimine doğru, Davis'in sahne aldığı mekanda, Bob Dylan'ı görürüz. Ağzında armonikası, elinde gitarıyla sahne almaya başlar. Bu bir devrimdir. Artık folk müziği popüleriteden uzak daha kaliteli bir çizgiye yönelecek ve esas değerini bulacaktır. Davis, "au revoir" der ve perde kararır. Fransızca'da kısa süreli ayrılıklarda kullanılır bu kelime; "elveda" anlamına gelmez. Dylan'ın çıkışı ve folk müziğin dirilişi, Davis'in kaliteli müziğinin kaderini değiştirecektir mutlaka. Fakat Davis için değişen çok da bir şey olmayacaktır belki de. Onu, metroda veya sokakta, elinde kedisi, kendisine yönelen garip bakışları umursamaz bir halde görürseniz eğer şaşırmayın, normal karşılayın lütfen; o, her devrin insanı çünkü.
Kaybeden adamın hikayesi ama, nedense kara mizah unsuru olması film çıkışı bende iyi hisler bıraktı.
YanıtlaSil