Yoğun
katharsis sinemasının son dönemlerdeki en yetkin temsilcisi Darren
Aronofsky, milenyumda
gösterime giren Requiem for a Dream ile bu yetkinliğinin zirvesine ulaşmış ve kendine epey sayıda
mürit bağlamıştır. İlk filmi Pi'de (1998) ise matematik ile evrenin ve hayatın şifresini çözmeye
çalışan bir adamın hikâyesini anlatmıştır. Yöntem olarak ilkini
tema olarak ise ikincisini almış gibi görünen son filmi Anne!'de, tek mekân
gerilimi gibi başlayan filmiyle İncil'i, Tanrı'yı, yaşamı, doğayı ve insan
doğasını deşmek gibi zor olduğu kadar incelik ve bütünlük isteyen bir
meselenin ardına düşüyor. İlk filmleri ile zirvesine ulaşmış
yönetmenlerde sıkça rastlanan, daha büyük film çekeceğim derken sıvama
aşamasına geçiş yapıyor.
Kadın uyanır, adamı yatakta göremeyince meraklanır ve evin içinde adamı arar. Bulamayınca biraz telaşlanır, gerilir ve (bö) adam birden ortaya çıkar ve kadınla birlikte ürkeriz. Kameranın kadını takip ettiği, evlilik alt metinli bir ev içi korku filmi gibi başlayan filmde neyden korkacağımızın peşine düşüyoruz ki yaratıcılık sıkıntısı çeken bir yazar olduğunu öğreniyoruz. Buradan The Shining misali bir korkuya geçiş yapabilecekken kapı çalıyor ve ortalık karışıyor.
Hızlıca metafor kelimesinden soğutan şu sembolleri (daha doğu ifade ile kutsal kitap alegorisi) geçelim de filmin neyi yapamadığını konuşalım. Ev sahibi adam Tanrı'yı, ev sahibesi kadın Doğa (Ana)'yı, eve ilk gelenler Adem ve Havva'yı temsil ediyor. Yasak elmayı kırıyorlar(!) ve cennetten yani evden kovuluyorlar. Cennet, insanlar olmadan önce cennet; filmin belki de ─istemeden─ aktarabildiği tek alt metin. Son derece karikatürize Havva'mızın çocukları eve geliyor, onlar da Habil ve Kabil'i temsil ediyor hâliyle. Miras kavgası sebebiyle ilk cinayet işleniyor fakat ortada bir alt metin yok. Yani anlam çıkarmamız için herhangi bir diyalog, görüntü sunulmuyor. Basit bir temsil, hatta oyunculuklar vasat olunca basit bir skece dönüşüyor. Sadece ev sahibesi ile birlikte geriliyoruz.
Eleştirilerde yazılmayan bir metaforu da açalım; Tanrı'nın insanlar gelmeden önce yazdığı kitap Eski Ahit'i, insanlardan sonra yazdığı kitap ise Yeni Ahit'i simgeliyor olabilir. Tanrı'nın kelamı direkt insanlara aktarılıyor, aracı yok. Burada "peygamberler nerede?" sorusu haklı olarak akıllara gelebilir. "Tanrı, insanları kendi suretinde yarattı.". Evet ama nasıl yarattı? Filmin sorunlarından biri de İncil'i ve İncil'deki olayları çok detaylı sunuyormuş gibi gözüküp esasında birçok noktayı kaçırıp üstünkörü geçmesi. Film, tek başına Tanrı ve doğa arasındaki ilişkiyi insanlar üzerinden anlatıyor olsa bu noktalar sorun olarak gözükmezdi. Fakat ucuz diyaloglarla geçiştirilen kutsal metin temsili, bir de üstüne film "oraya da değineyim buraya da" derken dağılıp gidiyor.
Egosantrik Tanrı'mızın bir eser yazması, insanlara ders vermesi için insanlara ihtiyacı var ve misafirlere bu sebeple seviniyor, onlar gitmesin istiyor. Bir eser yazmış olmak da yetmiyor O'na ve eserin takdir edilmesini için de insanlara ihtiyacı var. Evet bu bir Tanrı eleştirisi sayılabilir. Buraya kadar bunu kısmen başarıyor. Fakat bu eleştirilere paralel olarak yaratıcı yazarlığın psikoz etkisini, kadın ve doğa istismarı üzerinden erk (patriarka) eleştirisini sokuşturmaya çalışınca, daha önce başardıklarını da katledip kendi açtığı kuyuya düşüyor. Bütün bunların hepsini toparlayabilse, gerçekten de haklı bulacağımız bir film çıkabilirdi ortaya. "Tanrı, insanı yaratmadan önce ne yapıyordu?" sorusu ile bir sahnede alay ediyor. Modernizm-mülkiyet vs dindeki paylaşımcılık arasındaki çatışma ile ilgili bir diyalog bile var. Fakat hiçbir yere varamayan bu sahnelerin altı doldurulmuyor, temalar arası bütünlük kurulamıyor.
Dini sembollerle dolu bir film oluşturulurken, dogmaları olumluyan yumuşak, şiirsel bir tondansa, kışkırtıcı, tahrik edici bir yöntem denenmesi ilk bakışta doğru bir yaklaşım gibi görünse de film, insanların kafasındaki Tanrı figürünü bir korku sembolüne dönüştürmeyi, nesilden nesile anlatılan bütün bu hikâyenin korkunç bir kabustan başka bir şey olmadığını aktarmayı başaramıyor. Bunun da sebebi, özellikle ikinci yarıda, her şeye muktedir Tanrı'nın, bir orada bir burada amaçsız dolaşırken hiçbir şeyi değiştirememesi, kayıtsızlığı olarak görünüyor. Eğer bu da bir Tanrı eleştirisi diyorsanız; kutsal metinlerde bunun nasıl geçtiğine bakmak gerekir. Ne zaman ki kötülük insanlığın bir belası olmuştur, Tanrı müdahale eder ve kendi kelamını bir peygamber vesilesiyle insanlara aktarır. Burada ise aciz bir Tanrı yaratılarak hem filmin ısrarla üzerinde durduğu kutsal metin alegorisinden vazgeçilmiş olunuyor hem de Tanrı'ya rağmen bir kadercilikle kendisi ile çelişmiş oluyor.
Orta Doğu'da 3 bin yıldır yaşanan mezhepler, dinler çatışması ise 10-20 dakikalık sekansta, önce polislerin müdahalesi, polislere molotof atan isyancılar, ajanlar, askerler ve bu kaosta hayatta kalmaya çalışan Doğa Ana ile neredeyse sıfır diyalog (Yahudi lafı geçiyor ama öyle bir mesaj verme kaygısıyla değil) yöntemiyle aktarılıyor. Bu şiddet resitali ve yönetmenlik şovu, belki de filmin başarabildiği, üstesinden geldiği tek maharet. Mezapotamya'da, sonsuza dek sürecek gibi duran bu çatışma, sinema tarihindeki yeri ilerde çok konuşulacak bir temsil. Bunun bir sebebi de TV'den canlı izlediğimiz Amerikan askerlerinin Irak'a müdahalesini çağrıştırıyor olması ve burada bir de alt metin ortaya koyabilmesi; çok ilginç bunu yapmakta film boyunca zorlanılsa da burada başarılmış. Hepsi de aynı Tanrı'ya inanan insanlar, hepsi bir evin çatısı içinde yaşayan insanlar, neden kavga ediyor, neden birbirini öldürüyor?
Nihayetinde İsa doğuyor ve doğar doğmaz, çarmığa gerilmeye fırsat bulamadan komünyon ayinine (ekmek, şarap) kurban gidiyor. Epiloga yaklaşırken "metaforu göze sokarcasına diyalogla (Bardem gelir, Lawrence'ı yatıştırır) vereyim, biraz gizem yaratayım, biraz korkutayım" şeklinde ilerleyen film, bütün bu karmaşadan ne çıkaracağını düşünmeden dairesel kurguya geçiş yaparak başlangıcına dönüyor. Burada Lawrence yerine, doğa olarak, yeni uyanan kadın (burada da yönetmen Rachel Weisz ile eski birlikteliğine, kendi hayatına gönderme yapmış (pöf!)) olarak başka bir oyuncuyu görüyoruz . Neden? Doğa böyle mi yeniler kendini? Hangi kutsal kitapta yazıyor bu? Yazsa bile sen alternatif bir son oluşturmayarak bu sonu onaylamış, bu döngüyü kabul etmiş olmuyor musun? Ve yaratılışın kaynağı Doğa Ana'nın sevgisi (kalbi) ise baştan yaratılışı, bu sevgiyi yok ederek nasıl yapabilirsin? Küllerinden doğuş gibi kutsal metinlerden çok önce anlatılmış/yazılmış sığ bir mit, nasıl bu filmde yer alabilir?
Olay, sonunda, örneğin IŞİD'i eleştirirken dini eleştiremeyen insanların
yaptığı, "İnançta yanlış yok, insanlar yanlış anlıyor. Gerçek İslam bu
değil!" muhafazakarlığında kalıyor. Tanrı'nın kelamında sıkıntı
yok, insanlar yanlış anlıyorlar. He, gülüm. (3/10)