İlk filmi Tepenin Ardı ile Türk sinemasına başarılı
bir giriş yapan Emin Alper’in Berlin Film Festivali’nde ana yarışmada dünya
prömiyerini yapan son filmi Kız Kardeşler, babaları tarafından besleme
olarak gönderildikleri şehirde başarılı olamayarak köylerine geri dönen üç kız
kardeşin trajikomik öyküsünü anlatıyor.
Her ne kadar filmin ismi, Rus yazar Anton Pavloviç Çehov’un
ünlü tiyatro eseri Üç Kızkardeş’i (1901) hatırlatsa da tematik bir
yakınlık bulunmuyor. Tek benzerlik; oyunda Moskova hayali kuran en küçük kardeş İrina’nın yerine burada Ankara hayali kuran kız kardeşler var. Yönetmenin bir
röportajında da belirttiği gibi film, esasında Çehov’un Çukurda öyküsü ile daha
benzer nitelikler taşıyor. Sondaki trajik olayın “gösterilmeyiş” biçimi, sadece çığlığın
duyulması, acının anlatım tercihi açık bir referansın işareti.
Kısa da olsa Çehovyen öykü tarzından bahsetmek gerekirse; bunlar
inişli çıkışlı olayların veya bir çatışmanın olmadığı, karakter değişimi
gözlenmeyen, karakterlerin durumları vasıtasıyla insan ruhunu aydınlatmayı
amaçlayan öykülerdir. Çehov’un Küçük Köpekli Kadın (1899) ve Çukurda
(1900) isimli öyküleri okunarak kendine has tarzı kolaylıkla anlaşılabilir.
Buradan filme geçiş yapacak olursak, eklenen mizah, yönetmenin Çehov ile kurmak
istediği bağın göstergesi. Çehov asla karamsar değildir. Karakterleri ne kadar
yetersiz, zayıf olsa da onun insan sevgisi edebiyatını şekillendirir. Yaşanan
hayal kırıklıklarına rağmen filmin görece iyimser bir son ile kendini bir
masala evirmesi, “her şeye rağmen bir aradayız” hissi bununla alakalı. “Çehov'un
mizahı yukarıdakilerden hiçbirine dahil değildi; tamamen Çehov tarzıydı. Ona
göre hadiseler aynı anda hem komik hem de kederliydi, ama kederli tarafı
görmeden eğlenceli tarafı da göremezdiniz; çünkü ikisi birbiriyle bağlantılıydı.”
¹
“Çehov'un ince mizahı, yarattığı hayatların griliğine
sinmiştir.” ²
Devlet baskısının bireyi yorduğu, eylemsiz bıraktırdığı,
mücadeleden vazgeçirdiği ikinci veya üçüncü dünya ülkelerinde benzer sanat
biçimlerini görüyoruz. Politik filmler alegori, taşlama veya mizahla geçiştirme
yolunu tercih ediyor. Aslında bu yöntemler bir çeşit oto sansür; oluşabilecek
devlet veya toplum baskısından kaçınmanın, görünmez olarak üretmenin bir yolu. Sinemamızın
önceki dönemlerinde sosyal gerçekçi, alegoriye başvurmadan direkt politik, sert
filmler göremedik, gördüysek de başarılı olamadılar. Üçüncü Dünya romanlarının
“ulusal alegori” olmaktan öteye gidemeyeceğini ve bu kısır döngüden çıkıp
gelişemeyeceğini iddia eden Fredric Jameson’un ünlü makalesi (Çokuluslu Kapitalizm
Çağında Üçüncü Dünya Edebiyatı)³ bu bağlamda tekrar tartışılabilir.
Latin Amerika edebiyatı ise bunu büyülü gerçekçilik ile çözer.
Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez'in en çok okunan romanının bir
bölümünde yeni yapılacak plantasyonun yapımına isyan edenlerin “katledilişi”,
öyle dehşet verici bir şekilde ─aynı zamanda sıradan olaylarmış gibi─ anlatır
ki ilk bakışta gerçek olduğuna inanamaz okur. Marquez babaannesinin hikâyeleri
anlatma yöntemini kullandığını itiraf ettiği bu yöntemle edebiyata yeni bir
ivme kazandırır. Yüzyıllık Yalnızlık romanını hatırlamamın bir sebebi de
ortanca kardeş olan Nurhan’ın toprak veya kireç yemesi; romanda gizli gizli
duvardan kazıyıp kireç yiyen Rebeca karakterine ince bir gönderme.
Kız Kardeşler, Emin Alper’in önceki iki filminden farklı,
ülke portesi çizme ve toplumu anlama gayretinden vazgeçip karakterlerine ve
onların ruh hâllerine odaklandığı bir film. Gerek kadın karakterlerin merkezde
olması gerek farklı temalarla Alper’in kendi sinemasını yenilediği, bunu
yaparken senaryo yazmadaki becerisini tekrarladığı, bundan 10-20 sene sonra da
dönüp bakacağımız bir film Kız Kardeşler. Hiç de kısa olmayan bir
sekansta, bizzat kadınlar tarafından kadın cinselliğinden bahsedilmesi ise son
dönem Türk sinemasındaki erkekleri ve erkek dertlerini düşündüğümüzde yenilikçi
ve gelecek için umut verici bir adım. Üç kız kardeş Reyhan, Nurhan ve Havva
karakterlerine ek olarak baba, Çoban Veysel ve doktor karakterleriyle ise Türk
sinemasında pek alışık olmadığımız veya '70’lerin aile komedilerinde
görebildiğimiz bir karakter zenginliği sunuyor. Çok iyi oynanmış ve
derinleştirilmiş bu karakterler, filmin başarılı olmasındaki en önemli faktör.
Tüm bunların yanında Artvin Yusufeli’nin pastoral havası, incelikli görüntü yönetmenliği
ve ses tasarımı ile doğanın sunumu, jenerikte çalan Şövket Elekberova’ya
ait Azeri ninnisiyle beraber film, atalarımızın sürekli anlattığı, çocukluktan
beri bildiğimiz bir masalmış hissi veriyor.
Filmin “taşrada erkeklik hâlleri” olarak özetlenebilecek bir
dönemin de sonunu getirdiği söylenebilir. Kentte geçen filmlerde dahi bu
erkeklerin yeni mekânlarına taşıdıkları sorunlar ve travmalar sinemamızın 20
senesinden fazlasını işgal etti, etmeye devam ediyor. Alper’in son derece iyi
yazılmış filmi ise hem ‘köy gerçekçiliği’ne bir dönüş hem de içinde
barındırdığı tonlar bakımından geleceğe atılmış doğru bir hamle. Fakat film “toplumcu”
gerçekçi değil. Köyden kente göçenlerin sorunlarının aktarıldığı ve toplumsal
gerçekçi olarak nitelendirilebilecek ‘80 öncesi Türk sinemasında, özellikle
Ömer Lütfi Akad’ın “göç üçlemesi”nde (Gelin, Düğün, Diyet) başarılı bir
şekilde işlenen temaları hatırlatsa da bu filmlerden oldukça farklı. Yenilikçi
oluşu köyden kente göçemeyenleri anlatmasından ve “toplumsal” olmayışından
kaynaklanıyor. Gerçekçiliğe dönüş yapılırken mizah (kullanılan özgün dil) ve
delilik (Deli Hatice karakeri) ögeleriyle günümüz siyasi/toplumsal iklimiyle
─politik olmadan, politikaya bulaşmadan─ sıkı bağ kurmayı başarıyor. Ülkede
neredeyse her gün duyduğumuz akıl almaz olaylar, haberler, çoğumuzu içten içe
yaşadığı ve farkında olmadığı bir delirme sürecine sokarken sanatın da “daha
fazla” delirmeye ihtiyacı var. (8/10)
¹ Vladimir Nabokov, Rus Edebiyatı Dersleri, 2. baskı, İletişim
Yayınları, s. 334.
² s. 335.
³ Fredric Jameson, Modernizm İdeolojisi, Metis Yayıncılık.